XIV - ‘Benim Canavarım.’
- Ozge Meral
- 15 Eyl
- 18 dakikada okunur
Havadaki tatlı tereyağ ve şurup kokusuyla uykumun derinliklerinden sıyrıldım. Görüşümü yarı yarıya kapatan kabarık buklelerimi çekmek için elimi kaldırdığımda kollarımın ve
bacaklarımın uzun süre yanlış bir pozisyonda uyumuş gibi sızladığını fark ettim. Yatağımda
sırt üstü yuvarlanıp başımı odamı görebileceğim ölçüde çevirdiğim sırada uykunun sisini
dağıtan iki önemli ayrıntı fark ettim.
İlki odamın bana ait olamayacak kadar düzenli oluşuydu. Makyaj masamın önündeki pufun
üzerinde bir dağ gibi yığılı kıyafetlerim artık orada değildi. Birkaç hafta önce hevesle alıp
paketinden bile çıkarmadığım portakal aromalı mum setim tek bir zerre tozun gezinmediği
makyaj masama dekoratif bir şekilde yerleştirilmişti.
Birisi odamı temizlemişti.
Eski ev arkadaşım televizyon setim, en sevdiğim ip askılı bluzum ve ardında bıraktığı borçlar
ile birlikte ayrıldığından beri evime gelen tek kişi takma adı dışında hakkında hiçbir şey
bilmediğim bir tetikçi olduğundan, o birisi dün gece beni kendi kıyafetlerimle bağlayan
Kesik'ten başkası olamazdı.
Bir de bu adamı olmayan paramla Ofelya'yı bulması için tutmuştum.
İş verene hiç saygı kalmamış.
İçimde birikmeye başlayan sinsi öfkeyle yatağımdan doğrulup huysuzca etrafıma bakınırken odamın yeni düzenli ve temiz halini sevmemeye çalışıyordum. Portakal aromalı mumum gözüme o kadar tatlı görünüyordu ki hoşuma gittiği için daha da sinirlendim.
Üstelik uykumu da çok iyi almış hissediyordum.
Kendimi nasıl hissedersem hissedeyim bu adam sırf oyunu onun istediği gibi oynamadım
diye dün gece beni kendi kıyafetlerim ile bağlı bir şekilde bırakıp gitmişti. İpleri acilen elime
almam gerekiyordu bu yüzden Kesik'ten hesap sormak için sabah nefesime aldırmadan
odamdan çıktım.
Ve attığım her adımda peri annenin sihirli değneğiyle evimi bir gecede balkabağından dört
çekerli müthiş süslü bir at arabasına çevirdiğini fark ettim.
Kapının önünde istiflediğim ayakkabılarım özenle yan yana dizilmiş, daima salon girişine
astığım turkuaz rengi şalım katlanarak portmantonun kenarına koyulmuştu. Küçük mutfağım giriş kapısının hemen sağında kaldığı için salona girmeden önce gözüm haftalardır
yıkamadığım kahve fincanları ve dışarıdan söylediğim hazır yemek paketleriyle dolu mutfak
tezgahımın tertemiz görüntüsü ile karşılaştı.
Alt komşumun öfkeyle tavana vurmasını göze alarak ayaklarımı hiddetle yere vura vura
salona girip belki de bu eve geldiğimden beri hiç gün yüzü görmemiş salonumun çok ama
çok güzel göründüğünü ve şimdi alfabetik sıraya göre dizdiği otuza yakın kitabımın yanında
bir bulut kadar pofuduk ve ağız sulandırıcı görünen 3 pankekin olduğu bir tabağın beni
beklediğini fark ettim.
Adam hem katil hem zorba hem obsesif hem de benim ne yiyebileceğime karışabileceğini
mi sanıyordu? Belki ben pankek sevmiyordum? Belki şekere alerjim vardı?
O kadar sinirliydim ki hazırda bekleyen çatalı pankeklerden birine batırıp hırsla ısırdım.
Boğazımdan engel olamadığım haz dolu bir inleme yükseldi.
Allah kahretsin!
Bir pankek nasıl bu kadar güzel olabilirdi?
Öfkeden köpürdüğüm esnada nefes bile almadan yediğim ikinci pankekin ardından kan
şekerim yükselmiş olacak ki tabağın altına sıkıştırılmış not kağıdını zorlukla fark edebildim.
‘Benden haber almadan evden çıkmaya kalkma. Zorunda kalmadıkça beni sakın arama.’
Neredeyse kıskançlıktan kağıdı ısıracağım kadar düzgün bir el yazısıyla yazılmış notun altına
karalanmış rakamlara Kesik bizzat karşımdaymış gibi kaşlarımı çatarak bakarken hızla telefonumu alıp numarasını kaydettim ve birikmiş tüm öfkemi bildiğim en iyi yol ile, yazarak atmaya karar verdim.
‘Kovuldun.'
İlk mesajı atmamın üzerinden 10 saniye geçmemişti ki cevap verme gayretinde bile
bulunmadığı için olgunca ele almayı planladığım tavrımı tamamen kaybettim.
'Hayır senin benim evimi temizlemek ne haddine! Her şeyin yerini değiştirmişsin;
kitaplarımı alfabetik sıraya göre dizmişsin ya! Bir seri katil değilsen ASLA kitapları
alfabetik sıraya göre dizmezsin. Her zaman ya türüne göre ya da serileri bozmayacak
şekilde renklerine göre ayırırsın. Netflix'e belgeselin düştüğünde kriminoloji uzmanları
profilini hep bu davranışlardan çıkaracaklar.’
Farkında olmadan silip süpürdüğüm pankek tabağını fark edince, mesaj attıktan sonra
koltuğun üzerine fırlattığım telefonumu yeniden elime aldım.
'Bir de pankek bırakmışsın! Ben belki şeker sevmiyorum? Belki bu sabah canım omlet
çekiyordu ya da es kaza alerjim vardı? İnsan önce bir sorar ama beni bir Neandertal
gibi kendi kıyafetlerimle bağlı halde bıraktığın için tabi ki bunları modern insanlar gibi
iletișim kurarak çözemiyoruz.
'
Cevap vermedikçe daha da sinirlendiğim ve daha fazla vakit kaybetmek istemediğim için
hızla duşa yöneldim ve sıcak, rahatlatıcı bir duş aldım. Bugün annemlere verdiğim sürenin
son günüydü ve gerçekten işe polisleri karıştırmak istemiyorsam Ofelya'nın nerede olduğuna dair elle tutulur bir kanıta ihtiyacım vardı. Kesik hala ortalıkta görünmediğine göre ve onu kovduğum için Lara Croft olmaya geri dönmem gerekiyordu.
Bu da bir yandan Ofelya'nın tüm sosyal medya geçmişini ve arkadaşlarını bir kez daha
tararken tüm kıvrımlarıma sıkı bir eldiven gibi yapışan açık kahverengi bir uzun elbise ve
büyük göğüslerimi gören gözlerden saklayacak uzun kollu örgü stil bir bolero giydim. Lara
Croftun tüm o deriler içerisindeki harika görünüşünü ne kadar takdir etsem de artık farklı bir yüzyılda yaşıyorduk ve bu elbiseyi uzun zamandır giymek istiyordum.
Ofelya'nın bağlı olduğu orkestrada yer alan ve katıldığım birkaç resitali esnasında kanımın
bir türlü ısınamadığı şefine denk geldiğim sırada modern ajan makyajımın son rötuşlarını
bitirmek üzereydim.
Kurtlarla Koşan Kadınları okuduğumdan beri içgüdülerime güvenmeyi daha çok
öğrendiğimden Ofelya ile ailesi dışında en çok vakit geçiren kişi olarak bir şeylerin muhakkak
dikkatini çektiğini düşünüyordum.
Angelo Katsaros, Yunanistan'dan Güney Kıbrıs'a 10 yıl önce taşınmış ve başarısız iki evliliğin ardından zamanının çoğunu orkestra içinde prova yaparak ve sık sık -çok sık- içerek geçiren bir adamdı.
Birkaç kez Ofelya'nın onun hakkında provalara gelmeden önce içtiği tek şeyin alkol olmadığı
yönünde konuştuğunu hatırlıyordum. Sanatçı bir kız kardeşe sahip olduğunuzda aşina
olduğunuz en önemli şeyler; disiplin, dram ve uyarıcılar oluyordu.
Esasında başlarda severek ve tutku ile yaptıkları her şey zamanla boğucu bir baskıya
dönüşüyor, birçoğu performansını daha da iyi hale getirmek ya da içinde bulundukları
buhrana katlanmak için çoğunlukla alkol ya da uyuşturucuya yöneliyordu.
Liseden mezun olmadan birkaç ay önce nadiren olan bir şekilde Ofelya ve annem arasında büyük bir kavga baş göstermişti. Sebebini asla öğrenemediğim için Ofelya'yı ne zaman sıkıştırsam sanki yüzüme bakmaya dayanamıyormuş gibi benden köşe bucak kaçardı. Daha sonra bir gece kız kardeş oluşumuzun getirdiği en yakın arkadaş anlarımızdan birini yaşarken içinde
bulunduğu tüm stresi daha fazla kaldıramayıp birkaç kez uyuşturucu kullandığını ve son
seferinde annemin onu yakaladığını itiraf etti.
Bildiğim kadarıyla daha sonra hiç kullanmamış
olmasına rağmen iyilik, güzellik ve zarafet abidesi kız kardeşimin çizginin dışında bir adım
atmış olmasını bir türlü anlamlandıramamıştım.
Şimdi düşündüğüm zaman Ofelya’yla geçirdiğim zamanın kıymetini hiç bilememiş olduğumu bir kez daha fark ediyordum. Kendimi çoğu zaman istenmeyen ve asla onların bahçesinde büyümemesi gereken bir çalı gibi hissetsem de kız kardeşim bana bir kez olsun
istenmediğimi hissettirmemişti. İşte tam da bu yüzden hayatımı riske edeceğini bilmeme
rağmen onu bulmak için şeytanla bile anlaşmaya otururdum.
Aramaya önce Kuzey'den başlayarak Ofelya sınırı geçtiğinde gitmekten en çok zevk aldığını
bildiğim yürüme mesafesindeki birkaç mekanı ziyaret edip kız kardeşimin resmini çalışanlara
gösterdim. Annemin tüküren bir kopyası olarak altın sarısı saçları, buz mavisi gözleri, uzun
ve ince yapısı dışında bir mekana girdiğinde yaydığı o aurayla bile birilerinin Ofelya'yı fark
edeceğini umuyordum ancak güzelliğini takdir edercesine uzun uzadıya fotoğrafına
bakmalarına rağmen kimse kız kardeşimi görmüşe benzemiyordu.
Neredeyse her gün prova yaptıklarını bildiklerimden elimdeki son kuruşları kullandığım kısa bir otobüs seyahati sonrası yürüyerek sınırı geçtim. Telefonumu ne kadar kontrol etsem de Kesik'ten herhangi bir mesaj almadım. Zaten yazmasını da beklemiyordum.
Lara Croft gibi ben de yalnız çalışıyordum.
Terminalden bindiğim bir başka otobüs sonrası ilk durağım Ofelya'nın orkestrayla provalarını
yaptığı ünlü opera binasında oldu. Görkemli girişi, yüksek tavanları ve vitray pencerelerinden
aldığı ışık oyunlarına sahip opera binası, oldukça eski mimarisiyle elli yıla yakındır devlet
himayesindeki sanatçılara tahsis ediliyordu. Üç yıl öncesine dek Ofelya'nın hiçbir gösterisini
kaçırmadığımdan kulise giden kestirme yolu hızla arşınlayıp kendimi bürüneceğim role
hazırlamak istercesine derin bir nefes aldım.
Eğer sanatçı kavramının ne olduğunu bilmediğim bir gerçeklikten geliyor olsaydım bile
sanatçı olduklarına emin olacağım büyük bir grup karşıladı beni. Belki hayatta ne
yaptıklarının bu denli bilincinde olduklarından belki de yeteneklerini bıçak gibi bilemenin
yolunu bulduklarından her birinin omurgası dik, çenesi yukarıdaydı.
Yalnızca çok yakından bakarsanız aralarındaki çatlakları fark ederdiniz.
Derin bir nefes alıp eski yaralarımı kimsenin göremeyeceği kadar gerilere iterek adımlarımı
hızlandırdım. Devasa hazırlık odasının dört bir yanına gruplar halinde dağılmış bir düzine
kalabalık içerisinden parlak bir baş beni tanımanın verdiği aydınlanma ile "Effy!" diye
yükseldi.
Derin sohbetlerin uğultusu altındaki ortam yavaş yavaş yeni yüzü görmek için dikkat
kesilirken yüzümdeki çalışılmış gülümsemeyi bir milim oynatmadan gruba yaklaştım.
"Kızım seni neredeyse bir asırdır görmüyorum! Ne kadar değişmişsin,” dedi Sibil bakışlarını
üzerimde gezdirirken.
Daha sonra gelecek cümlenin bilinci ile istemsizce giydiğim elbise ile iyice belirginleşen göbeğimi içime çektim.
"Yine kilo mu aldın sen?”
Çok uzun zamandır güzellik algısı zarif, pürüzsüz ve kusursuz olanın etrafında şekillendiğinden attıkları her adımın metre karesine dek hesaplandığı mükemmel vücutları,
saçları, ilişkileri ve başarılarıyla toplumun kaymak tabakasının bölgesinde baş göstermek
daima bir sosyal deney içindeymişim gibi hissettiriyordu. Sizi inceliyor, yargılıyor ve bunu
beş basamaklı dişçi masrafları ile mükemmel hale getirdikleri gülümsemelerinin altında
yüzünüze fırlatıyorlardı. Annemin tıpkı Ofelya gibi olmam için beni içine soktuğu yabancı
kumaşların altında bu insanların arasında öyle çok oturmuştum ki son yıllarda kazandığım
benlik bilincime rağmen kas hafızam hala o kumaşın içindeymişim gibi tepki veriyordu.
"Evet Sibil, kısıtlamalar ve gram hesaplarının yapılmadığı gerçekten şevkle takip ettiğim yeni
bir diyet listem var. Kuralları da oldukça basit; canın ne istiyorsa onu ye, vücudunu özgürce
kabul et.”
"Sen o diyet listesini doğduğundan beri takip etmiyor musun zaten?”
Mükemmel bir özenle şekillendirilmiş saçlara sahip sarışın bir çocuğun mırıltılarının ardından
grup içerisinde birkaç kıkırtı yükseldi. Ofelya yüzünden ve annemin zorlamalarıyla katlandığım bu grubu o kadar uzun zamandır görmüyordum ki ismini hatırlamak için
kendime birkaç saniye verdim.
"Sana da merhaba Menteş. Görmeyeli espri anlayışın da saç stilin gibi hiç değişmemiş.”
Sanki sözlerim saçlarını bozmuş gibi ellerini saçlarına götürüp dikkatle kontrol etti.
"Ee Kuzeyde işler nasıl gidiyor?" diye araya girdi Sibil'in hemen yanında oturan Mina.
"Ofelya senin yine bölüm değiştirdiğini ve bir blogta yazmaya başladığından bahsetmişti.
Bizi okumamız için zorlayıp duruyordu. Sahi Ofelya nerede? Neden seninle birlikte
gelmedi?”
Darbeler art arda geliyordu ama bilmedikleri şey, daima hatalı ve başarısız bir çocuk olarak
büyüdüğünüzde zırhınızı kalınlaştırmak için çok vaktiniz olduğuydu.
Nihayetinde ayrık otu daima ayrık otuydu.
"Öncelikle ilgin için çok teşekkür ederim. Evet yeniden bölüm değiştirdim ve canım sıkılırsa
yeniden değiştirmeyi düşünüyorum çünkü kendi hayatımı ben yönlendiriyorum, ailem ya da
içinde bulundukları topluluk değil. Üstelik öğrenmenin ve yeni yollar denemenin cazibesi de burada başlıyor. Ayrıca Kuzey size sadece yarım saatlik araba mesafesinde olmasına
rağmen yine de cevap vereyim: Özgürlük, barış ve eğlence doluyuz. Bir ara uğrayın lütfen,
size de güzel bir değişiklik olur.”
Yüzlerine yayılan öfkeyle sözümün kesilmesine izin vermeden "Ofelya'nın masasından birkaç
eşyaya ihtiyacı vardı. Onları alıp gideceğim," diye devam ettim.
"Ofelya bugün de mi provalara gelmeyecek?”
Bu defa soru içinde bulunduğum grubun dışından büyük salonun kapısında duran uzun
boylu esmer bir çocuktan gelmişti.
"Angelo'nun gözdesi olunca kimsenin sahip olmadığı imtiyazlara da sahip oluyorsun işte.
”Başım hızla sözlerin sahibi olan Menteş'e çevrilirken öfke parmak uçlarımda çakan bir
yıldırım gibi hızla yukarıya, göğsüme doğru yükseliyordu. Söylediği sözün yersizliğini yeni
fark ediyor olacak ki şok ve kınama dolu bakışların merceğinde kızarmaya başladı ve
"Niye öyle bakıyorsunuz? Hepiniz neden bahsettiğimi biliyorsunuz," diye çıkıştı.
Boğazımı tırmalayan ve dışarıya çıkmak için can atan öfke dolu pervasız cümlelerimi bir
arada tutmak istercesine dudaklarımı sadece tek bir kelime için araladım.
“Açıkla."
"Menteş sadece Ofelya ilgisine karşılık vermediği için çirkinleşiyor," dedi Sibil ortamı
yumuşatmaya çalışarak.
"Neden birdenbire kötü adam ben oldum şimdi?" diyerek ayaklandı Menteş.
"Demek istediğim Angelo ile Ofelya arasında garip bir iletişim olduğu. O adam hasta. Bunu hepiniz biliyorsunuz ama söz konusu Ofelya olduğunda...bambaşka birine dönüşüyor. Siz de
Ofelya'nın o adamdan rahatsız olduğunu gördünüz.”
Hışımla ellerimi saçlarımın arasına daldırıp çekiştirerek birkaç adım geriye doğru attım. Saç
derimden alnıma yayılan acının beni içinde bulunduğum ana çekmesine ihtiyacım vardı
yoksa söz konusu kız kardeşim olduğunda öfkemin çok ama çok tehlikeli boyutları ile
karşılaşmak üzereydim.
"Bu adamı nerede bulurum?”
Durumun kontrolünü tamamen kaybettiğini fark eden tüm gözler üzerime çevrilirken
"Mantıklı olmaya çalış Eftalya,“ diye yeniden araya girdi Sibil.
“Evet, Angelo garip bir adam ama bu adamla yıllardır birlikte çalışıyoruz. Alanının en iyisi. Sırf Menteş bir şeyler saçmalıyor diye dedektifçilik oynamaya kalkma. Ortada hiçbir şey yok.”
"Geçtiğimiz ay Ofelya'nın Angelo ile solo provalarının ardından birkaç kez ağlayarak
ayrıldığını gördüm.”
Sesin sahibi büyük salonun kapı aralığında konuşmamıza hala kulak misafiri olan uzun boylu
esmer çocuktu. Tüm dikkatim arkamdaki gruptan az ilerimdeki çocuğa çevrilirken kötü saç
kesimi ve üzerine birkaç beden bol gelen kıyafetlerinin altında neredeyse yirmilerinin
sonunda bir adamla karşı karşıya olduğumu fark ettim.
İleriye doğru bir adım attığım esnada büyük salonun ışıkları ardına kadar yandı ve içeriden
"Prova zamanı!" diyen gür bir ses yükseldi.
Bir anda herkes kurmalı oyuncak gibi ayaklanıp birer birer hazırlık odasından ayrılırken
birkaç hızlı adımla ismini bilmediğim uzun boylu çocuğun koluna yapıştım.
"Ben Eftalya, Ofelya'nın kız kardeşiyim. Beni burada çok sık görmediğini biliyorum ama söz
konusu kız kardeşimse söyleyeceğin her şeyle ilgileniyorum.”
Gölgeli bakışlarının altında aşina olmadığım bir ifade ile yanan koyu mavi gözleri sözlerimi
tartarcasına çehremde gezindi. Sanki söylemediğim her şeyin farkındaymış gibiydi.
"Ofelya'nın iyi durumda olmadığını tahmin ediyorum. Burada yeni olabilirim ama herkesi
gözlemleyecek kadar uzun süredir bu sektörün içerisindeyim ve kız kardeşin pervasızca
provalarını kaçırıp birden ortadan kaybolacak birisi değildi. Ne olduğunu bilmiyorum ama
bildiğim tek şey kız kardeşinin çok ama çok mutsuz olduğuydu.”
Hiç düşüyormuş gibi hissettiğiniz oldu mu? Zemin hala ayaklarınızın altındayken ve
tamamen bilinciniz açıkken?
“Angelo narsist ve hasta piçin teki. Aralarında ne geçtiğini bilmiyorum ama iki gözü olan
herkes Ofelya'nın o adamın etrafında ne kadar gergin olduğunu görebilirdi.”
Bu defa öfkeden çok daha derin, çok daha can yakıcı bir yumruyla doluydu boğazım.
Söylenmemiş tonlarca sözün, yapılmamış onlarca eylemin pişmanlığı ile yorgun düşmüş gibi zorlukla araladım dudaklarımı.
"Sen...Angelo'yu nerede bulabileceğimi biliyor musun?”
"Muhtemelen Tanrıya Saklan’mıştır." Anlamaz bakışlarımı fark edince "Κρατήσε στον Θεό,"
diye tekrarladı akıcı Rumcasıyla.
"Camia içerisindeki birçok kişinin daima takıldığı özel bir kulüp. Özellikle uyuşturucu arıyorsan.”
Vakit kaybetmeden bahsettiği mekanı internette aratıp konumunu kaydettim. Başımı
telefonumun ekranından kaldırdığımda kapıdan çıkmak üzereydi.
"Bekle lütfen! İsmini hiç söylemedin.”
Elleri hala ceplerindeyken arkasını dönüp "Ben Teo," dedi. "Tanıştığımıza memnun oldum
bambina.”
"Teşekkür ederim," diye seslendim kapıdan tamamen çıktığı esnada.
Kız kardeşimi tanımama yardım ettiğin ve ne denli boktan bir kardeş olduğumu fark etmemi
sağladığın için teşekkür ederim.
***
Κρατήσε στον Θεό yani namı diğer Tanrıya Saklan orkestra binasından neredeyse bir saat
uzaklıktaki irili ufaklı onlarca köhne binanın arasına konuşlandırılmış eski bir kiliseydi.
Rahibe ve rahip kostümleri giymiş ancak kumaşları kesip, bükerek müstehcen bir görünüm elde eden çalışanlar kulübe girmek için sırada bekleyen herkesi kimlik kontrolüne tabi tutarak titizlikle çalışıyorlardı.
Teo bana mekanın ismini söylediğinde beklediğim şey her ne ise beni karşılayan manzarayla taban tabana zıttı.
Gergin omuzlarımı esneterek derin bir nefes aldım. Tıpkı her zaman olduğu gibi bunu da
okuduğum sürükleyici bir romanmış gibi düşünmeye çalıştım. Ana kadın karakterimizin ne
kadar utangaç ya da içe dönük olursa olsun mutlaka bir kez gittiği o meşhur bar
sahnesindeydim. İçeriye girecek, muhtemelen uzun süre hayatta kalmayacak o kart
zamparayı bulacak ve onu sorguya çekecektim. Belki biraz da tartaklardım.
Sen birini vurdun, kaçırıldın, seni kaçıran kiralık katille ortak çalışmaya başladın. Sen toplum
için tehlike arz ediyorsun Eftalya, diye düşündüm derin iç monologum esnasında.
İp askılı uzun elbisemin kapatmak adına hiçbir işlevde bulunmadığı göğüs dekoltemi meraklı
gözlerken gizleyen örgü boleromu çıkarıp çantamın askılarına doladım ve ellerimi saçlarımın arasına geçirip iyice kabarttım. Neredeyse kırmızıya çalan rujum ile üzerinden geçtiğim dudaklarımı telefonumun kamerasından son kez kontrol ettiğimde yeterince uçarı göründüğüme karar verdim.
Siyahlar içerisindeki rahip kostümünü bolca deri kayış ve çokça dekolte ardına gizleyen
görevliye en masum gülümsemelerimden birini sunup kontrol edebilmeleri için kimliğimi
çıkardım. Elindeki tabletle önce yüzümün ardından kimliğimin kaydını yapıp sağ bileğimin
içine soluk lacivert renginde bir baskı yapıştırdılar.
Ardından kumaşı katlayarak jartiyerlerine tutturan derin bacak dekolteli bir rahibe eşliğinde duvarlarından şaşalı ahizelere sahip tavanlarına dek melek resimlerinin olduğu dar bir
koridordan geçtik. Koridorun ucu geniş bir platformla yüksek tavanlı ana mekana
bağlanıyordu.
Elimde titreyen telefon nedeniyle rahibeye dikkatsiz bir teşekkür mırıldanıp karanlık
diyebileceğim iç mekana geçtiğimde birkaç baş yeni geleni görmek için bana doğru çevrildi.
Britney Spears'ın I'm Slave 4 U parçasıyla inleyen iç mekan her biri birbirine oldukça yakın
oturma alanları ve loş aydınlatması ile ortamı samimi olduğu kadar gizemli bir havaya
büründürüyordu. Uzun oturma gruplarının ucunda, büyük İsa heykelinin altında muhtemelen yalnızca dekor için konumlandırılmış bir günah çıkarma kabini bile vardı.
Son paramla müstakbel kiralık katilime vejeteryan burger ısmarladığım için geniş alanın iki yanında bulunan bardan herhangi bir şey almam mümkün değildi. Herhangi bir sunucu
tarafından yönlendirilmeyi beklemeden sanki oturmak için uygun alanı arıyormuş gibi etrafı
tarayarak ilerlemeye başladım. Nihayet günah çıkarma kabinine dek geldiğimde sağda
neredeyse karanlıkta kalan bir koltuğa çöküp Angelo'nun kendini göstermesini beklemeye
karar verdim.
Nihayet kontrol etmek için telefonuma baktığımda Kesik'ten bir mesajım olduğunu gördüm.
'Neredesin?'
Ne bir selam veriyordu ne de ondan önce attığım mesajlara bir karşılık. Bir kiralık katil ile
birlikte çalışınca adabımuaşeret kurallarına da hasret kalıyordunuz tabii.
'Kovdum ben seni. Yazma bana.'
Cevabı anında geldi.
'Bana yeniden sordurtma Eftalya. Neredesin?’
'Senin olmadığın bir yerde.'
Bir süre öfkeyle ekrana bakıp cevap vermesini bekledim ardından bütün olgunluğumu bir
kenara bırakıp öfkemi serbest bıraktım.
'Senin işini bile ben yapıyorum ve aldığım karşılık bu mu? Eğer seni kovmamış
olsaydım maaşından ciddi bir kesinti yapardım.'
Tam yeniden tuşlara gömüldüğüm esnada yanımdaki koltuğa bir figür çöreklendi. Neredeyse giydiği yumuşak dokulu kazağın içerisinde kemiklerini görebileceğiniz kadar ince yapılı, kıvırcık koyu kumral saçları ve kemikli yüzüne oturan büyük gözlüğüyle yirmilerinin ortasında bir lisans öğrencisine benziyordu.
Sıcak bakışları ilgiyle üzerimde, özellikle göğüs
dekoltemde gezinirken "Selam," dedi beklediğimden daha gür bir sesle.
Hiçbir tehlike titreşimi almadığımdan rahat bir gülümsemeyle "Merhaba," diye karşılık
verdim.
"Seni daha önce hiç buralarda gördüğümü hatırlamıyorum. Yerli misin?”
“Güney'de doğdum ama sınırın ardında Kuzey'de yaşıyorum.”
Parlak dişlerini görebileceğim denli büyük bir gülümsemeyle içkisinden bir yudum alıp "Dur
tahmin edeyim, üniversite için değil mi?" dedi.
"Dolaylı yoldan evet," dedim ben de gülümseyerek.
"Kuzey benim için her zaman yaşamak
için daha çekici gelmiştir, korkunç bir öğrenci olduğum için üniversiteyi bahane ederek en
azından birkaç yıl daha kalmayı düşünüyorum.”
"Ben de senin aksine Kuzey'de doğup üniversite için Güney'e gelenlerdenim. Plastik
Sanatları bitirip yüksek lisansa başladım.”
Yeni fark etmiş gibi elindeki içkiye doğru bakıp
"Ne kadar kabayım! Ne kendimi tanıttım ne de sana içki ısmarladım," diyerek ayaklandı.
Yavru köpek bakışları ve tatlı enerjisine rağmen tanımadığım bir erkeğin teklif ettiği açık bir
içkiyi kabul etmeyecek kadar suç belgeseli izlemiştim. Kaşla göz arasında içkime
katabileceği olası bir uyuşturucuyla kendimi tanımadığım bir yerde muhtemelen
böbreklerimden birisi alınmış halde bulmak istemiyordum. O yüzden ellerimi evrensel bir
hayır işareti ile sallarken "Lütfen zahmet etme,
" diyerek gidişini engelledim.
"Bir arkadaşımı bekliyorum ve o gelene dek içmeye başlarsam bana çok darılır.“
Gerisin geri kalktığı koltuğa otururken "Peki o halde, arkadaşın gelmeden seni olabildiğince
çalmaya çalışacağım," diyerek elini bana doğru uzattı.
"Bu arada ben, Atilla.“
Soğuk, kemikli elini kavrayıp "Eftalya," dedim.
Çok geçmeden zararsız bir sohbetin içine çekilirken bir yandan da etrafı tarıyor ve
Angelo'nun gelişini bekliyordum.
"Cennete gitmek ister misin?"
Aniden algılarımın ardına ulaşan cümle ile tüm dikkatim beklenti dolu bir ifadeyle yüzüme
bakan Atilla'ya çevrildi.
"Cennete mi?”
Başı ile birkaç metre ilerimizde duran günah çıkarma kabinini işaret edip,
"Cennet," dedi heyecanla.
"Birkaç şey atıp iyice yükseliriz. Hem arkadaşının da geleceği yok gibi.”
Şimdi bambaşka bir ilgiyle dikkatimi çeken kabine gözlerimi dikip neredeyse bir saate
yakındır yanlış tarafta beklediğimi fark ettim. Başımı sallayarak ayaklandığımda Atilla kemikli
ellerinden birini sırtıma doğru uzatıp beni de beraberinde sürükleyerek kalın siyah perde ile
ana mekandan ayrılan kabine yönlendirdi bizi. Perdenin birkaç adım ilerisinde bizi bir kapı
karşıladı.
Atilla'nın kapıyı açmasıyla birlikte önce tenimde klimaları sonuna dek açtıklarını gösteren
soğuğu ardından kendinden geçercesine dans eden onlarca bedenin ilerisinden üzerimize
yağan basların titreşimini hissettim. Alan tamamen ses geçirmez olmalıydı aksi halde bu
denli yüksek bir sesi mekanın girişinden bile duyabilirdiniz.
Atilla bizi kendinden geçmiş kalabalığın etrafından geçirirken Climax filminin içine girmiş gibi hissediyordum. Üstelik içerisi öylesine soğuktu ki herhangi bir uyuşturucu madde
almadığımdan ve ip askılı ince elbisem bedenimi korumak adına hiçbir şey yapmadığından
titremeye başladım.
Hiçbir çekincesi olmadan ulu orta kokain çeken bir grubun yanından geçtiğimiz esnada
telefonum elimde titremeye başladı. Ekranda Kesik'in aradığını gördüğümde Atilla'nın bizi
çektiği kenardaki masaya yerleşmeden kulağına doğru eğilip "Tuvalet ne tarafta biliyor
musun?" diye bağırdım.
Eliyle neon ışıklı tabelayı işaret etti.
Arka planda Die Antwoorden Ugly Boy'u yükselirken yeniden çalmaya başlayan telefonumu bekletmeden cevapladım.
Henüz konuşmama bile izin vermeden "Neredesin Eftalya?" dedi her kelimenin üzerinde
ağır, yavaş bir öfke sisi ile dolaşarak.
Kurdu kızdırmıştım.
"Bana hiç o ses tonunu kullanma. Burada olmamın sebebi sensin.”
Hattın karşısındaki derin sessizlik üşümüş cildimi daha da ürpertirken tuvaletle personel
odası olduğunu tahmin ettiğim kapının arasında duraklayıp duvara yaslandım.
"Ofelya'nın nerede olduğunu bilmesi muhtemel bir adam buldum. Onun her zaman takıldığı
bir mekandayım. Sanırım bir tür müptezel mekanı. Şu an cennet denilen bir kısma geldim ve içerisi manyak gibi soğuk.”
"Eftalya," dedi Kesik uzun bir duraklamanın ardından. Sesinin tonu öylesine ağırdı ki adımın
dudaklarından dökülüşü bile farklı geliyordu.
"Hiçbir şey içme. Kimseyle konuşma. Olduğun yerde kal. Seni almaya geliyorum.”
İtirazım görüşmeyi aniden sonlandırmasıyla ağzıma tıkıldı. Harika. Şimdi elimde çok kızgın
bir kiralık katil vardı.
Atilla'nın yanına dönmek için hareketlendiğim esnada iri yarı bir beden omzuma çarparak
hızla yanımdan geçti. Başımı çevirdiğimde gür sakalı, ellilerin aktörlerine ait olabilecek denli
demode saç stili ve buram buram para kokan takımı ile Angelo Katsaros bana ikinci kez
bakmadan tuvaletin yanındaki odaya daldı.
Kesik'in çok değil, birkaç saniye önce yaptığı uyarı hala havada asılıyken mantıklı olan
içeriye, Atilla'nın yanına dönüp Kesik gelene dek beklemekti ama hedefe odaklı bir halde
Angelo'nun içeri girdiği kapıya yönelirken aklımdaki tek şey Ofelya'nın bu adam yüzünden
ne denli mutsuz ve zor zamanlar geçirdiği oldu.
Kendime daha fazla düşünmek için zaman tanımadan hızla Angelo'nun kaybolduğu kapıyı
açıp birkaç adım ilerimde bana arkası dönük şekilde bir odaya girmekte olan Angelo'nun
sırtına atladım.
Bir kolumla boğazını sarılıp başını geriye doğru çekerken Angelo'nun bedeni ağırlığımın
altında sendeleyerek öne doğru dengesiz birkaç adım atarak yalpaladı ancak düşmedi.
"Seni öldüreceğim pis kart zampara!”
Diğer elimle o çok özenerek yaptığı belli olan saçlarından koca bir tutamı tutup çekerken
"Polise gideceğiz ve her şeyi anlatacaksın!" diye bağırmaya devam ettim bu defa anlaması
için İngilizce konuşarak.
"Polis mi?”
Ses sırtına ata biner gibi atlayıp saçlarını yolmakta olduğum Angelo'dan gelmiyordu. Başımı kaldırdığımda Angelo ileriye doğru adımladığında girmiş olduğumuz odanın karşısında duran iki adamı gördüm. Tıraşlı kafalarında bile dövme bulunan, önlerinde küçük şeffaf paketler halinde beyaz tozların ve küçük pembe hapların dizili olduğu çok ama çok öfkeli iki adam.
Hassiktir.
Boynu bir boğa gibi kalın ve kısacık olan adam bu defa belindeki silaha uzanırken "Polis mi?" diye tekrar etti.
Daha çok önce vurup sonra soru soracak bir adama benziyordu ve bu yüzden sorusunu
ikinci kez tekrar ediyor oluşunu olumlu bir iyimserlikle karşıladım.
Belki de konuşarak anlaşabilirdik.
Belindeki silahını doğrudan sırtına binmekte olduğum Angelo'ya doğrulttu. Angelo hala
boğazını sarıp onu boğmakta olan kolumun altından "Dimitri," demeyi başardı zorlukla.
"Bu kaltak kim tanımıyorum bile, indir o silahı.”
Rumca anlamadığımı düşünerek söylediği cümleyle birlikte hala saçına sarılı elimi daha çok
çekip "Doğru konuş şerefsiz!" diye çemkirdim.
Angelo vücudumun ağırlığı altında daha fazla dayanamayıp öne doğru düştüğünde birkaç
şey aynı anda oldu; başından beri kenarda gözcülük yapan ve hiç konuşmayan ikinci adam
bizi tutmak için başarısız bir çaba ile öne doğru atıldı, düşüşün şiddetini azaltmak için ileriye
uzattığım ellerim umutsuz bir çabayla Dimitri'nin gevşek pantolonuna yapışarak kumaşı da
kendimle birlikte aşağıya çekti ve bileklerinin etrafına düşen pantolonuyla birlikte geriye
doğru yalpalayan Dimitri'nin silahı yukarıya doğru ateş alıp tepemizdeki tek ışık kaynağını
vurdu.
Eğer bu sabah uyandığımda günü uyuşturucu bağımlısı, sapık bir orkestra şefinin üzerinde
uzanırken ellerimle sıkı sıkıya bir başka uyuşturucu satıcısının pantolonunu düşürdüğüm için çıplak uzuvlarının arasında sere serpe uzanmış bir şekilde bitireceğimi söyleseniz muhtemelen yorganımı başımın üzerine dek çeker ve uykuma geri dönerdim ama her şeyin bir kara komedi sahnesi olmasını beklediğim uzun bir ana rağmen kimse elinde havalı bir klaket ile kestik demedi.
Angelo altımda boğuk sesler çıkararak debelenirken önce Dimitri'nin pantolonundaki
tutuşumu azaltıp ardından kendimi Angelo'nun sırtından yuvarlayarak dizlerimin üzerine
düştüm. Karanlığa alışık olmayan bakışlarımla çıkış olduğunu tahmin ettiğim yöne doğru
emeklediğim esnada ise arka planda Rumca küfürler yükseldi.
El yordamıyla çıkışa giden dar hole ulaştığımda saçlarımda kaba, güçlü bir elin tutuşu ile
geriye doğru çekildim. Ağzımdan kaçan acı dolu çığlıkla elin sahibine doğru uzandığım
esnada ise önümüzdeki kapı ardına dek açıldı.
İşte Kesik beni tam da bu şekilde yakaladı; dizlerimin üzerinde, arbede esnasında neredeyse elbisemden dışarıya dökülen göğüslerim açıktayken ve pantolonu hala bileklerinin etrafında toplanan yarı çıplak Dimitri tarafından saçlarım çekiliyorken.
Bana baktığı anlarda sıklıkla yumuşak sütlü kahve rengine dönen ve sıcaklığıyla tüm o sert
ifadesini yumuşatan bakışları açık kapıyla birlikte içeriye vuran ışıkta tüm sahneyi yakaladı ve irislerini bile ayırt edemeyeceğim bir karanlığa büründü.
Daha önce Kesik'in öfkeli olduğunu sanıyorsam şimdi gazap ateşiyle yandığını biliyordum.
Hiçbir tereddüt taşımadan sanki bunu binlerce kez yapmış gibi silahını kaldırdı ve beni tutan
adama ateş etti. Dimitri'nin bedeni bir bez bebek gibi üzerime çökerken arkaya doğru bir el
daha kurşun yağdırdı.
Bam. Bam.
Yalnızca iki saniye sürdü. Ama sesin şiddeti içinde bulunduğum andan daha uzun
sürüyormuş gibi yankılandı.
Kesik, üzerimdeki bedeni kenara çekip kollarımdan tutarak beni ayaklarımın üzerine diktiği esnada anın şokuyla nefes almayı kendime hatırlatmaya çalıştım.
Siyah bir eldiven geçirdiği elleri kumaşının ardından bile tenimi yakan dokunuşu ile önce
göğüslerimin etrafından kayan elbise kumaşını pratik bir hamle ile yukarıya çekerek kapattı,
ardından çeneme doğru uzandı.
Yüzü tıpkı çocukken geceleri gözlerimi diktiğim ve elbise dolabımdan çıkmasını beklediğim
canavarı anımsatıyordu. Herkesin korkuyla fısıldadığı ama benim arzu ile gelip benimle
oynamasını beklediğim o canavar gibi.
Benim canavarım.
"Sen çok, çok kötü bir kızsın Eftalya.”
Sesi birkaç saniye önce iki kişiyi vurmamış gibi sakin ama bir hançer kadar da keskindi.
Henüz kendimi açıklamaya fırsat bulamadan öne doğru eğilip bir kolunu dizlerimin ardından
geçirdi ve sanki hiç ağırlığım yokmuş gibi beni omzuna attı. Dünyam tepetaklak olurken
saçlarımın ardından geriye doğru baktığımda birisi girişte diğeri ise birkaç adım gerisinde
sere serpe yatan iki beden gördüm. Dimitri ve adını bile bilmediğim yardımcısı. Kurşun
yaralarını göremiyordum ama ikisinin de göğüsleri aldıkları nefesler ile yükselip alçalıyordu
Kaybolan sesimi yeniden bulmaya çalışarak "Kesik!" demeye çalıştım.
Az önce iki kişiyi sadece bana dokunduklarını sandığı için vurmuş olması beynimi öyle bir
jöleye çevirmişti ki kapalı alandan çıktığımızda Angelo'nun yokluğunu zorlukla fark ettim.
Kaçmış mıydı?
İçeride olanlardan tamamen habersiz, aldıkları uyarıcı maddelerin etkisinde kendilerinden
geçercesine dans eden kalabalık, soğuk hava dalgası ve basların şiddetiyle etrafımızı
sardığında kimse bir adamın bir kadını çanta gibi omzunda taşıyarak aralarından geçmesini
umursamıyor gibiydi. Muhtemelen çığlık atmam, tepinmem ve birilerinin dikkatini çekip
kendimi bu mağara adamının tutuşundan kurtarmam gerekiyordu ama Stockholm Tanrılarını bile şok edecek bir gerçekle yüzleşmekle meşguldüm.
Müstakbel katilim, eski iş ortağım ve adını duyan herkesi hizaya sokan lakabı dışında gerçek
adını bile bilmediğim bu adamın omzunda asılı kalan bacaklarımın arası uyarılmam ile
kaplıydı.
Öyle çok ıslanmıştım ki!
Günah çıkarma kabinine yaklaştığımız esnada sol tarafımdan ismimin oldukça sarhoş ve
yüksek bir yankısı duyuldu. Görüş alanımı kapatan saçlarımın arasından kazağının altındaki
beyaz tişörtü ile terli bir karmaşa halinde yanımıza yaklaşan Atilla'yı gördüm.
"Benimle cennete kadar gelip seni bir kere tatmama bile izin vermeden ayrılıyor musun?”
Erkeklerin neden daha az yaşadıklarını şimdi daha iyi anlıyordum.
İnsan azmanı gibi görünen bir adamın sırtına bohça gibi atılmış bir halde ve asla bulunduğu
pozisyondan kurtulmaya çalışmayan bir kadına -yalnızca bir saat önce tanıştığın bir kadına-
söylenecek şey miydi bu?
Kesik'in siyah eldiven ile sarılı boştaki ellerinden biri saniyeler içerisinde Atilla'nın boğazına
sarılıp koskoca adamı yukarıya doğru kaldırdı. Üstelik beni hala bir omzunda sıkı sıkıya
taşırken.
Aralarında geçen etkileşimi tam anlamıyla göremiyordum ancak etrafımızdaki gürültüye
rağmen aralarında tek bir söz daha yükselmedi. Muhtemelen Kesik hala Atilla'yı boğmakta
olduğu için Atilla'dan bir karşılık gelmesi olası değildi. Yine de bu adamın sanki sözcükler
onun düşmanıymış gibi davranmasında çok ilkel bir çekicilik vardı.
Alanı hakimiyetine alan soğuk havayla tamamen alakasız bir nedenle göğüslerim ağırlaştı ve
göğüs uçlarım, sütyenimin kumaşını bile kesecek denli sertleşti.
Hayır, hayır, hayır. Bundan da etkileniyor olamazdım!
Havayı bile elektriklendiren uzun bir anın ardından Kesik hiçbir şey olmamış gibi Atilla'yı
yeniden ayaklarının üzerine bıraktı ve geldiğimiz yoldan geçerek bizi çıkışa yönlendirdi.
Temiz havaya çıkana dek telefonuyla birini aradığını bile fark edemedim. Karşı tarafın
konuşmasına izin vermeden "Bulunduğum mekana birini gönder ve güvenlik kameralarındaki son dört saati yok et. Giriş ve çıkış," diye buyurdu.Hattın karşısındaki kişiyi kısa bir süre dinleyip sadece dudaklarından dökülen bir homurdanmayla görüşmesini sonlandırdı. Bu adamın ciddi bir iletişim sorunu vardı.
"Kimi aradın?”
Issız sokakta yankılanan adım sesleri arasında sorum havada asılı kaldı.
"Burada kızması gereken kişi benken nasıl benden daha kızgın olabiliyorsun?”
Önce havada bir ses yükseldi ardından kalçamda sıcak, yakıcı bir acı hissettim.
"Ah!"
Az önce bana şaplak mı atmıştı?
Henüz nefesimi içeriye çekip ne yaptığını soramadan ikinci darbe bir diğerini izledi. Ve
damarlarımda daha önce varlığını bile fark etmediğim bir ateş harlandı. İnternet çağında
yaşayan ve çokça aşk romanı okuyan sağlıklı bir genç kadın olarak elbette cinsel fantezilere
dair biraz bilgim mevcuttu ancak bilmek ve yaşamak bambaşka bir deneyimdi.
Yalnızca üç darbe indirmiş olmasına rağmen durmaması için yalvarmama o kadar az kalmıştı
ki!
Bir arabanın bipleyen sesiyle birlikte yeniden dik pozisyona getirildim ve ani kan akışı ile
sendeleyerek Kesik'e doğru eğildim. İnceleyen bakışları dört bir yana dağılan buklelerimin
arasından yüzüme odaklandı. Orada fark ettiği şey her ne ise bakışlarındaki siyah mührü
kırıp onu daha açık ama hala ağırlıkları altında ürpermeme sebep olacak denli yoğun bir
ifadeye sevk etti.
Aramızda söylenmemiş sözlerin ağırlığıyla bir süre sadece nefes nefese birbirimize baktık.
"Bugün çok kötü bir kız oldun Eftalya. Ve kötü kızlara ne olur biliyor musun?”
Belki de sormamalıydım ama ifadesi öylesine bir ateşle yanıyordu ki kendimi "Ne olur?" diye
karşılık verirken buldum.
"Cezalandırılırlar.







Yorumlar