XI - ‘Yüreğini kolla Aureliano, ölmeden çürüyorsun.’
- Ozge Meral
- 4 Tem
- 9 dakikada okunur
Uykumdan Hayley Williams'ın sahip olamadığı aşkına serzenişi ile uyandım. Lise yıllarımda kendimi okuduğum ya da izlediğim kitaplardaki karakterlerin yerlerine koyup tekdüze hayatımı renklendirecek dramaların içerisindeymişim gibi davranır ve onlar gibi acı çekerdim. Acı çekemeyecek yeterince malzemem olmadığından değildi bu. Yalnızca kendi gerçekliğimden kaçıp sığınabildiğim, dahası tüm kontrolün bende olduğu yegane yerdi hayal dünyam. Yine de Paramore'u lise yıllarımdan beri dinlemiyordum. Çarşaflarımın arasında dönüp uykulu gözlerle şarkıya isteksizce eşlik ettim.
Ardından defolu olduğu için daima ucuza aldığım battal boy tişörtümün yakasını çekiştirip homurdanarak yataktan çıktım ve banyonun yolunu tuttum.
Aniden patlayan ışık cümbüşünün altında beni günlerdir tarak yüzü görmeyen kabarık saçlarım ve renksiz yüzümde daha da büyük görünen koca gözlerim karşıladı. Günlerdir yıkanmadığım ve banka kartımda kötü günler için tuttuğum birikimle yemek getiren kuryeler dışında hiçbir canlıyla temas kurmadığım düşünülürse tam da olmam gerektiği gibi görünüyordum.
Bir toplu cinayete tanık olmanın, kaçırılmanın ve sizi kaçıran kişi ile Stockholm sendromunu çok andıran bir bağ kurmanın hayatınızda yeni bir sayfa açmak için yeterli olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Çok kısa bir an bende bunun sağlıklı ve kaliteli bir yaşam biçimine yönelmem için işaret olabileceğini düşündüm, ardından en sevdiğim italyan restoranından bedava kupon kazandığımı bildiren bir e-mail aldım ve kendimi zengin karbonhidrat dünyasında kaybettim.
Yüzümü yıkadığım sırada gözüm istemsizce uykudan şişmiş dudaklarıma kaydı. Birkaç gün önce yaşadığım şiddetli öpüşmenin anısı tenimde hayalet bir sızı bıraktı.
Yüzlerce aşk romanı okumuştum. Haliyle size Bay Doğru'nun ve Bay Kesinlikle Yanlış'ın kim olduğunu ilk bakışta söyleyebilirim: Vize notumu yükseltmek için görüşmeye gittiğim asistanın kağıdımı kontrol etmek için beni yanına çağırdıktan hemen sonra elini kalçam boyunca kaydırıp bir randevuya çıkabileceğimizi söylemesi kesinlikle Bay Yanlış hareketiydi; ya da henüz birinci sınıftayken bir süredir hoşlandığım çocuğun onu eken randevusunun yerini alabileceğimi düşünüp beni evine davet etmesi, üstelik o gece aradığı son kişi olduğumu yüzüme söylemesi de kesinlikle Bay Yanlış diye bağırıyordu.
Ancak bir atmaca gibi her hareketimi izleyen ve içinde sonsuz bir bilinmezlik taşıyan koyu gözleri ile Kesik, bu basit denklemin içine tam anlamıyla oturmuyordu. Birinin çığlık çığlığa yanlış olduğunu bildiren iç sesinize rağmen sizi öpmesi 23 yıllık hayatınızda en az yedi şiddetinde bir depreme sebep oluyorsa bazı gri bölgelerinde olduğunu kavrıyordunuz.
Ancak Stockholm tanrılarının da atladığı bir şey vardı: Artık internet çağında yaşıyorduk. Bu da 1970’lerde olmadığımız ve sinemada edebiyat gibi hızlı bir gelişim gösterdiğinden aynı benzer senaryonun yüzlerce farklı şeklinin zaten önümüze sunulduğu gerçeğiydi.Haliyle çetin bir cevizdim.
Arka planda çalan kalbi kırık aşk parçalarına rağmen sözde katilime aşık olmayacak kadar aklım başımdaydı. Beni asıl endişelendiren ve bu depresyon çukurunun içine sürükleyen yaşanan her şeyin nasılda yalnız olduğumu yüzüme vuruş şekliydi.
Arkadaşlarım vardı; aramızdaki iletişimsizliğe rağmen bir ailem bile vardı. Ama yine de beş koca gün boyunca ortadan kaybolmuştum ve ne kapım ne de telefonum bir kez bile çalmamıştı.
Annem ve babam insan ilişkilerini yurt dışı seyahatlerinde bir statü belirtisi gibi aldıkları antika sanat eserleri gibi görürlerdi. Onlar için çerçeveyi doldurmaları ve olması gerektiklerinde ortalıkta görünmeleri yeterliydi. Kızları olduğum düşünülürse korkunç bir koleksiyoncu olduğumu söyleyebilirsiniz.
Midemden yükselen canhıraş gurultuyla banyodan ayrıldım.
Kesik, beni izleneceğim ile ilgili uyardığından beri evden yalnızca bir kez -eve siparişleri olmadığı için- en sevdiğim tatlıcıya gitmek için çıkmıştım. Üstelik üzerimde çamaşır lekeleri olan mor bir eşofman ve önünde KAPALI yazan battal boy tişörtüm olduğu düşünülürse röntgencilerime oldukça iyi malzeme verdiğimi söyleyebiliriz.
Kesik'in hayatını bağışladığı kıza da bakın!
Tatlıyı düşünmek otomatik bir tepkimeyle buzdolabına doğru seğirtmeme neden oldu. İçi krema ile dolu çikolata toplarından birini ağzıma atıp çiğnerken artık rutinim olmuş bir şekilde boy aynamın karşısına geçip tişörtümün eteklerini yukarıya topladım.
Dünyanın en yalnız ve en acınası insanı olmamın yanına ekleyeceğiniz başka bir madde daha vereceğim size: Annemin zorla şok diyetler yaptırdığı ilkokul günlerimden beri ne zaman kendime güvenimi kaybetsem yediğim her lokmayla birlikte vücudumu izlemeye başlarım. Kulağa kesinlikle sağlıksız geldiğini bilmeme rağmen sürekli alıp verdiğim kilolar yüzünden çatlaklarla kaplı vücudumu görmek beni sakinleştiriyordu. Dün gece uyumadan önce nasıl görünüyorsam hala aynı görünüyordum. Bu bana ağzımdaki günah lokmasının tadını çıkarmak için bir dakika daha kazandırdı.
Ardından her gün yaptığım gibi kütüphanemin önüne geçtim ve kendime kendi gerçekliğimi unutturacak bir roman seçip salondaki koltuğuma kuruldum.
"Gonzalo..." Kadının sesi şehvetin sisi ile buğulanmıştı. "Bana sahip olmak için çalıştığım şirketi satın aldığında ve aileme para teklif ettiğinde senden nefret ettim." Sözleri aksini iddia edermiş gibi adamın dokunuşları altında ağır aksak dökülüyordu dudaklarından. Gonzalo Rica'nın parmaklarını göğsündeki sert kasların üzerinden kaydırıp önündeki kalın uzva yöneltti."Benden hala nefret ediyor musun?" diye fısıldadı Gonzalo.Rica'nın dudakları Gonzalo'nun dudakları ile buluşmadan hemen önce "Senden nefret ediyorum," dedi inlercesine. "Ama bu gece değil."
Kapım çalmaya başladığında bütün bir kitap boyunca havada uçuşan seks feromonlarıyla ısınmış vücudum sızlayarak tepki gösterdi. Yirmi üç yıldır bakire topraklarda yüzlerini güldüren tek şey, tek boyutlu kurgusal karakterler olduğundan anlaşılır bir yoksunluk sendromu örneğiydi.
Kaldığım yeri kaybetmemek için kitabımın arasına bir yemek broşürü sıkıştırıp hala çalmakta olan kapıya yöneldim.
İyi bir aşk sahnesini bölen hiçbir şeyin hayra alamet olmadığını bilmeme rağmen somurtarak kapıyı açtığımda karşımda gördüğüm kişiye beni hiçbir düşünce hazırlayamazdı.
Nesrin Gürel, ellili yaşlarının başında olmasına rağmen hala otuzlarının ortasında gibi görünen yüzünü geçirdiği başarılı estetik müdahalelere borçluydu ancak girdiği her ortamda kendi hissettiren soğuk asaleti ailesinin köklerine dayanıyordu. Ofelya'nın doğal sarı gölgelerinin birkaç ton açığına sahip saçları özenle geriye yatırılıp toplanmıştı. Üzerindeyse muhtemelen ikinci el mağazalarda satsam bile üç aylık kiramı çıkartacak Stella McCartney elbiselerinden biri vardı.
Annemin Ofelya'nın kopyası olan buz mavisi gözleri günlerdir duş yüzü görmeyen saçlarımda ve önünde devasa bir vibratör resmi üzerine REZERVE yazan tişörtümün çehresinde gezindi.
Yüzümdeki damarların genişlediğini ve kanın boynumdan yukarıya hızla hücum ettiğini hissettim.Annemle olan utanç bakışmamı babamın merdivenleri çıkarken nefes nefese kalmış hırıltılı sesi böldü.
"En azından o korkunç dış cepheyle uğraşmak yerine bir asansör yaptırabilirlermiş."
Ecevit Gürel eski bir mimardı. Üniversitedeyken ailesinin yönlendirmesiyle annemle evlenmiş ve mezun olunca mesleğini yapamadan birleşen aile şirketinde çalışmaya başlamıştı. Dünyaya hızla yaklaşan bir asteroidin olduğunu dahi öğrense gireceği toplantılarla ilgili yapması gereken bir şeyler olduğunu öne sürüp kendini çalışma odasına kapatırdı. Haliyle en son görüşmemizin üzerinden sekiz koca ay geçmişken annemle birlikte kapımda olmaları çok çok kötü bir şeylerin habercisiydi.
Eğer aktif bir cinsel hayatım olsaydı ilk aklıma gelen cemiyete seks kasetimin sızdığı olurdu.
Annem topuklularını çıkarma zahmetine girmeden yüzünde botoksun izin verdiği ölçütte bir kınama ifadesiyle holden salona doğru ilerledi. Bir önceki ev arkadaşım tarafından dolandırıldığımdan beri salonumda döşemelerinin rengi solmuş koltuğum, bir masa ve lambader dışında hiçbir eşyam yoktu.
Masamın üzeri boş kahve bardakları ve üst üste istiflenmiş kitaplara doluydu. Diz üstü bilgisayarım yerde kablo yığının içerisinde toz içinde beklerken hızla koltuğun üzerindeki -makineden çıkınca katlama zahmetine bile girmediğim- iç çamaşırlarını toplamaya başladım.
O sırada annem uzanıp az önce okuduğum kitabın ismini görebileceği kadar yukarıya kaldırdı. Yakışıklı Milyarderin Kollarında.
Kapağı ile kitabı yargılamayın derler: Bir edebiyat gurusu olduğumu iddia etmeyeceğim ancak kesinlikle Gonzalo ve Rica'dan öğrendiğim şeyler olmuştu.
"Buraya sizi hangi rüzgar attı?" dedim nihayet sesime ulaşabildiğimde. "Geleceğinizi bilseydim hazırlık yapardım. Gerçi ev adresimi bildiğinizden bile şüpheliydim."
Annem yedi yüz dolarlık elbisesini kirletmek istemediği için koltuğa babamın yanına oturmak yerine ayakta kalmayı tercih etti.
"İnan bana tatlım, yapacağın hiçbir şey bizi bu manzaraya hazırlayamazdı." Bulduğum her fırsatta laf sokma kabiliyetimi kesinlikle annemden almıştım.
"Bir şeyler içer misiniz? Dolapta biraz kahvem ve çikolatalı sütüm var."
Annem kahvenin şeytanın icadı olduğunu düşündüğünü belli edercesine onaylamaz bir tavırla başını salladı. Babamsa koltukta oturduğu yerin yanına eliyle dokunup "Gel otur, seninle konuşmamız gereken bir konu var," dedi.
İlk kez o anda karşılaştığımızdan beri annemin gözlerinde derin bir endişenin izlerine rastladım.Yoksa başıma gelenleri mi öğrenmişlerdi?
Tişörtümün eteklerini çekerek babamın yanına oturdum.
"Seni defalarca aradık," dedi annem.
Kalbimin dışarıdan da duyabilir bir şekilde teklediğini hissettim. Beni aramışlar mıydı?
"Telefonumu kaybettim ama bütün arama ve sesli mesajlarımı ev telefonuna yönlendirmiştim. Belki de o aralıkta aradığınız için ulaşamadınız."
Sesim duygularımın yoğunluğu altında neredeyse titriyordu. Beni aramışlardı!
"En sonunda şu bloğuna tıklayıp yazdığın bir önceki yazıdan çalıştığın eski iş yerine oradan da ev adresine ulaştık."
Başarısız bir şekilde değiştirdiğim iki bölümün ve onlarca yarı zamanlı işin sonunda kolay kolay kovulmayacağım bir iş bulmak için fotoğraf makinemi satın alıp bir gazete ve dergi için aylık çekimler yapmaya başlamıştım. Genelde elemanlardan biri hasta olduğunda ya da iş onların gözünde gitmeye bile değer görülmediğinde beni devreye sokmalarına rağmen banka hesabım büyük oranda rahatlamıştı. Öte yandan bloğum tamamen kişisel bir meseleydi. Bazen keşfettiğim yeni yerlerin fotoğraflarını bolca iç çatışma dolu analizler ile yayınlar bazen de gizemli bulduğum olaylara yer verirdim. Kesik ile karşılaştığımız bara gitme sebebimde bu olmuştu. Ortalıkta bir iş yakalarım diye dolandığım sırada muhabirlerden biri yeni açılan mekandan ve mekanın iki ay önce nasıl kundaklandığından bahsediyordu. Kundaklayanlar hiç yakalanamamıştı. Ardından mekan el değiştirmiş ve yeniden hizmete sunulmuştu.
"Beni hiç yanıltmadığını söylemeliyim," diye devam etti annem. "Son görüşmemizden sonra o çok övdüğün işinden ayrılacağını ve sonunun böyle bir apartman dairesinde sefalet içinde yaşamak olacağını tahmin ediyordum."
Pardon?
"Sen eşyalarını toplarken Ofelya'nın adresini ver de, onu alması için babanı göndereyim."
Şokla ardına dek açılan gözlerimi önce annemin ardından babamın yüzünde gezdirdim. "Siz neden bahsediyorsunuz?"
Annem yalnızca sinirlendiğinde gösterdiği bir tepkimeyle zaten düzgün olan saçlarını parmaklarıyla yeniden düzeltmeye başladı.
"İtalya'dan aldığı teklifin ardından Ofelya'nın üzerindeki baskının onu biraz yorduğu bir gerçek. Bu nedenle gelip bir süre seninle kalmak istediğini söylediğinde ona müsamaha gösterdik. Ancak sekiz gün onun için bile uzun bir ara. Üstelik ne maillerine ne de telefonlara bakmıyor."
9 yaşındayken yaşadığımız banliyöde büyük bir eğlence düzenlendi. Partide çocuklarında ebeveynleri ile oynayabileceği birkaç oyun konsepti mevcuttu. Onlardan birinde olmayı öyle çok istiyordum ki Ofelya benim istekle parlayan gözlerime bakmış ve anneme bizimde oyunculardan biri olmamız için neredeyse yalvarmıştı. Annem giydiği topukluların zemine uygun olmadığıyla ilgili bir şeyler söylerken peşimizden gelip oyun için bekleyen annelerin arasına karışmıştı.
Gözleri bağlanan anneler kriket sopalarının yardımıyla topu beklenen doğrultuda sürüklemeli ve sopayı gözleri bağlıyken bulacakları çocuklarına teslim edip döngüyü sürdürmeliydiler.
Annem gözlerini bağlayıp hazır ola geçince Ofelya heyecanla ellerimi sıkıp beni sıraya itmiş ve geride kalıp bizi izlemeye başlamıştı. Havanın sıcaklığına rağmen öyle heyecanlıydım ki elbisemin terden yer yer tuzlanmaya başlamış olmasını bile dert etmeden annemin topu ustalıkla sürüklemesini ve diğer anneleri geçip beklediğim sıraya doğru ilerlemesini coşkuyla izlemiştim. Annem kapalı gözleri ile terli elime şöyle bir dokunup geçmiş ve nasılsa sıranın arkasında bekleyen Ofelya'ya yönelmişti.
Sahip olduğum tüm kitaplarım yanmış, en sevdiğim oyuncağım parçalanmış ve beni de bu yıkıntıların arasına atmışlar gibi fiziksel bir acı hissetmiştim. Kalbim öyle derinden kırılmıştı ki üzerimdeki onlarca göze rağmen gürültüyle ağlamaya başlamıştım. Annemse göz bağını indirip geriye doğru bakana dek hiçbir şeyin farkında değildi.
Gözlerimde yine aynı o günkü bakışı görmüş olacak ki konuşmaya devam etmeden önce duraksadı. Bu defa annemin gözleri bağlı değildi, elinde bir kriket sopası da tutmuyordu ama beni yine görememişti.
Belki de sadece kırık bir yansımadan ibarettim.
Artık 9 yaşında olmadığım için ağlamak yerine histerik bir kahkaha çıktı dudaklarımdan. “Eski alışkanlıklar kolay kaybolmuyor demek ki. Ama üzgünüm Ofelya ile doğum gününden beri görüşmedim. Buraya geleceğinden haberim bile yoktu."
Annemle babamın panikle birbirlerine attıkları bakışı yakaladım.
"Orkestradan arkadaşları ile görüştünüz mü? Ya da şehirdeki evi kontrol ettiniz mi?"
Babam sıkıntılı bir iç çekişle dizlerine yaslanıp öne doğru eğildi. Her zaman öylesine sükun dolu bir ifadeye sahip olurdu ki cevabım ile yıkılmış gibi dizlerine yaslanmıştı. Kırlaşmış saçları akşam güneşinin altında onun ne kadar yaşlandığını bir kez daha fark etmeme sebep oldu.
"Sekiz gündür ondan bir kez bile haber alamadık. Başta bunun gösteri öncesi kendini kapattığı o zamanlara benzediğini düşündük ama dün son provası vardı ve gitmemiş."
Dış görünüşlerinin annemle korkutucu benzerliğine rağmen Ofelya dünyanın görüp görebileceği en naif kalplerden birine sahipti. O kırılgan görünüşünün altındaki çelikten zırhı yalnızca mesleği ortaya konulduğunda çıkarırdı. Şimdiye dek en kötü gününde bile bir kez olsun provasını kaçırmamıştı. Disiplin ve alışkanlıklar Ofelya için her şey demekti.
Panikle ayağa kalkıp salonda volta atmaya başladım. "Yanınızdan ne zaman ayrıldı?"
"Sekiz gün önce. Küçük bir çanta hazırlamıştı. Sınırdan geçtikten sonra bana iyi olduğuna dair mesaj gönderdi."
Annemin görmem için uzattığı mesaja içimde gittikçe büyüyen panikle bakakaldım. Aynı zaman diliminde Kesik ile birlikte saldırıya uğradığımız evden barakaya doğru yola çıkmıştık.
Siktir. Siktir. Siktir.
Kim olduğumu öğrendilerse evime gelmiş ve yanlış zamanda yanlış yerde olmak dışında hiçbir suçu olmayan Ofelya ile karşılaşmış olabilirler miydi?
Başımın tehlikeli bir şekilde dönmeye başladığını hissettim.
Hayır. Hayır. Hayır.
"Polisi aradınız mı?"
Sesimdeki katıksız panik annemin özenle taşıdığı maskesini yerle bir etti. Ofelya'nın olabileceği muhtemel her yere baktığını biliyordum. Şartlar zorunda bırakmasa kapımı asla çalmayacağını da. Yüzümdeki korku dolu ifade ona da aynı şeyi düşündürüyor olmalıydı: Kız kardeşimin başına bir şey gelmişti. Kötü, belki de çok kötü bir şeyler.
"Polisi arayamazdık. Büyük gösterisinden önce böyle bir sansasyon kariyerini mahveder. Dahası burada, senin yanında olduğunu düşünüyorduk.”
Sesindeki suçlayıcı ton sırtımdaki kamburu biraz daha büyüttü.
Ellerimi saçlarımın içine geçirip çekiştirerek bir süre acının paniğin önüne geçmesini bekledim. Ardından derin bir soluk alıp annemle babama doğru döndüm. Söz konusu Ofelya olduğunda tereddüt etmeye imkanım yoktu.
"Polisi arayın ama kayıp ilanını burada değil sınırın diğer tarafında verin. Onlara benden bahsetmeyin. Evimin adresini vermeyin. İki gün," diye bastırdım masanın üzerindeki eşya yığınını karıştırmaya başlarken. "Ofelya'nın buraya geleceğini onlara söylemeden önce bana iki gün verin."
Yarısına kahve damladığı için lekelenen kartviziti elimden geldiğince düzeltip cüzdanıma yerleştirdiğim sırada annem "Ne planlıyorsun, Eftalya?" diye sordu sabırsızca. "Aklında ne var?”
Neredeyse her şeyi doldurduğum kol çantamı kapıp hazırlanmak için yatak odasına seğirtmeden önce şimdi apaçık endişeleri nedeniyle olduklarından çok daha yaşlı ve insani görünen aileme baktım uzun uzun. Ya batacak ya da çıkacaktım.
"Yardım edebilecek birini tanıyorum. 2 gün içinde size bazı cevaplar ile gelemezsem polise her şeyi anlatın." Gözüm hala uyku halinde olan yerdeki diz üstü bilgisayarıma kaydı. "İki gün," diye tekrarladım yeniden. "Polislere diz üstü bilgisayarımı da inceleyebileceklerini söylersiniz."
Nihayetinde gerçekten başımdan geçenleri tüm detaylarıyla kaleme almıştım. Galiba gerçekten Netflix'te bir belgeselim olacaktı.

🎶 Ohia, Jason Molina - Lioness





Yorumlar