VIII - ‘Bir hata daima ikincinin yolunu arar.’
- Ozge Meral
- 4 Tem
- 9 dakikada okunur
Tenimi tarazlandıran ve ciğerlerimi korku dolu nefeslerle dolduran rüyamın izleri eşliğinde uyandım. Gözlerimi yeniden kapatsam çiğ ile ıslanmış soğuk çimleri sırtımda, sarsılmaz bir heybetle bıçağı üzerime doğrultan katilimin gölgesini ise üzerimde hissedebilecektim.
Bu rüya bir işaretse pekala bana söylediği her şey de kalıba uydurduğu bir yalandan ibaret olabilirdi. Belki de polisleri atlatmasının başka bir nedeni vardı, ya da anlattığı her şey doğruydu ve işin sonunda beni hayatta bırakmanın onun için ne denli tehlikeli olacağını fark edecek ve işimi oracıkta bitirecekti.
Beni öldürecek misin?
Bugün değil.
Tüm bu konuşmaların dün akşam olduğunu varsayarsak yeni gün benim için hala tehlike demekti. Bir külçe kadar ağır tüylü battaniyenin altından çıkıp barakanın içine göz gezdirdim. Dışarısı aydınlık olmasına rağmen kapalı hava yüzünden saati tahmin etmek olanaksızdı. Tıka basa doymuş bir mide ve saatlerdir uyuduğum için dinlenmiş kaslarımla günlerdir olmadığım kadar iyi hissediyordum. Dün akşam uyumadan önce kırpılmış bir bez parçasıyla sardığım bileğim bile silik bir rahatsızlık hissi dışında canımı yakmıyordu.
Miskin hareketlerle doğrulup bakışlarımı boş barakanın içinde gezdirdim.
Gitmem gereken bir işim yoktu. Yetiştirmem gereken sorumluluklarım da. Kimse geciktirdiğim kira yüzünden kapımı çalmayacak, ailemin arayıp aramadığını öğrenmek için korkak gözlerle telefonuma uzanmayacaktım.
Kendimi bildim bileli her gün enseme çöreklenip, bir kambur gibi sırtımda taşıdığım yetersizlik hissi bile bugün ortalarda yok gibiydi.
Burada ne olmak zorunda kaldığım ne de içten içe olmaktan nefret ettiğim Eftalya'ya ihtiyaç yoktu. Yalnızca kendim olabilmek için evimde saklanmak zorunda değildim, zira beni öldürmeye çalıştığı ve öldürmekten vazgeçtiği andan beri yanımda olan müstakbel katilime rağmen hiç olmadığım kadar rahat ve kendimmiş gibi hissediyordum.
İçimdeki bu sarhoş edici sükunet ile ayaklanıp çoktan uyanan midemle kilere doğru yöneldim. Üst raflar envai çeşit konserve ile uzun ömürlü bakliyat paketleri ile doluydu. Henüz açılmamış kutularca kahve ve çay üst üste istiflenmiş, adını bile duymadığım birçok markanın kurutulmuş sebze ve meyveleri, baharat torbalarıyla birlikte özenle alt rafa dizilmişti. Eğildiğim sırada paketlenmiş yulafların ardına gizlenmiş koca bir kavanoz fıstık ezmesi ile karşılaştım.
Hazine bulmuş toy bir korsan sevinciyle kavanozu aşırdığım gibi dün gece ben uyurken yıkadığını tahmin ettiğim bulaşıkların arasındaki temiz kaşığı kaptım. Bir yandan son kullanma tarihini kontrol ederken bir yandan da omzumun üzerinden kapalı kapıya kaçamak bakışlar atıyordum.
Çocukken ne zaman geceleri mutfaktan bir şeyler aşıracak olsam annem bir şekilde kokusunu alır, kafam buzdolabının içinde ve ağzım yememem gereken şeylerle doluyken aniden açtığı ışıkla beni gafil avlardı. Yaşıtlarıma nazaran oldukça iri bir çocuk olduğum için ergenliğim boyunca daimi bir diyet programıyla yaşardım. Genellikle benim yememden korktukları için alınan her şey çabucak tüketilir ya da benim bulmamam için saklanırdı. Herkes için günlük hayatın olağan bir parçası olan beslenme rutini benim için daima bir kabustan ibaretti. Ev arkadaşı alırken bile en büyük endişelerimden biri mutfağa girip yemek için aldıklarımı görünce beni yargılayan bakışları ile karşılaşma korkum olmuştu.
Alışkanlıklarım peşimi bırakmamış olacak ki aldığım her kaşığın ardından kapıyı gözlemeye devam ettim. Müthiş bir sükunet ve haz eşliğinde kavanoza bir kaşık daha daldırdığım sırada arkamdaki kapı açılıverdi.
Telaşla fıstık ezmesi dolu kaşığı ağzıma tıkıp elimdeki kavanozu tezgahın kenarına, temiz tavanın arkasına doğru iteledim."
Ah, geldin mi?," diye geveledim ağzımdaki lokmayı yutmaya çalışırken. "Bende tam avlanmaya gittiğin sırada bir çukura düşüp, kokunu alan vahşi hayvanlar tarafından afiyetle yendiğinden şüphelenmeye başlamıştım.” Gergin gülümsemem kapının girişindeki görüntüsüyle bozguna uğradı.
Oldukça sıcak bir renge sahip oduncu gömleğinin üzerine koyu hardal sarısı bir yelek geçirmiş, her biri ağaç gövdelerine benzeyen bacaklarının üzerine muazzam bir açı ile oturmuş haki rengi bir kargo pantolon giymişti.
Başına taktığı bere, tıraş olmadığı için hafifçe gölgelenen yanakları ve soğuktan renklenmiş yüzüyle birleşince karşımda bambaşka bir adam duruyordu. Girdiği her ortamda ben buradayım dedirten aurası yeterli değilmiş gibi şimdi de bu maskülen tamlamasıyla gücün vücut bulmuş haline dönüşüvermişti. Biraz zorlarsam onu normal bir adam sanabilirdim.
Görmekten çok hoşlanacağım bir adam.
Görünüşü dikkatimi öylesine dağıtmıştı ki kapının girişinde bıraktığı küçük çuvalı ve bez bir kesenin içindeki taze ekmekleri utanç verici derecede uzun bir dakikanın ardından fark edebildim. Belki de çok fazla fıstık ezmesi yemiştim.
"Ben avlanmam," dedi delici bakışlarını dikkatle üzerimde gezdirirken.
Varlığına verdiğim saçma tepki fıstık ezmesini yerken yakalanmış olmamdan daha çok canımı sıktı. Kollarımı göğsümün altında bağlayıp savunmacı bir tavır takındım. “Ah tabi, elini kirletmeyi sevmiyorsundur."
Tavrımdan hiç rahatsız olmamış gibi savını sürdürmeye devam etti. "Şimdiye dek hiçbir hayvana bilerek zarar vermedim."
"Sanırım birileri sana hayvanları yemenin de onlara zarar vermenin bir şekli olduğunu söylemedi. Çünkü o koca egonun altında sırf bir insan olduğun ve üstün olduğunu düşündüğün için onlar üzerinde hak iddia edebileceğini düşünüyor olabilirsin."
Muhtemelen hayvan hakları koruyucuları katilime karşı takındığım şu tavrı görse gururdan göğüslerini kabartırdı. Ve muhtemelen bu gurur dolu duruşları benim aslında bir vejetaryen olmadığım gerçeğini öğrendiklerinde bir balon gibi sönüverirdi.
Küçük barakanın içerisindeki birkaç adımlık mesafeyi cüssesine nazaran zarif diyebileceğim bir çeviklikle aşıp ekmeklerin bulunduğu bez torbayı yanında durduğum tezgaha bıraktı.Şimdi üzerinden yayılan çam kokusunu alabileceğim kadar yakınımdaydı.
"Eftalya," diyen sesinde hoş bir tını gizliydi. "Yalan söylediğin zaman anlayabiliyorum. Yakalandığın için saldırıya geçmene gerek yok."
Açık kalan ağzım ile başımı kaldırırken kanın usul usul yanaklarıma nüfus ettiğini hissettim.
Gömleğinin dokusunu yanağımda hissedebileceğim bir açı ile arkama uzanıp saklamaya çalıştığım kavanozu ve hala fıstık ezmesi kalıntıları ile dolu kirli kaşığımı aldı. Şimdi kulaklarım bile utançla yanmaya başlamıştı.
Kaşığımı teknenin içine bırakmak yerine gözlerimi fal taşı gibi açtıran bir hareketle kavanozun içine daldırdı ve bir kaşık dolusu fıstık ezmesini ağzına attı. Boğazından beğeni dolu bir mırıltı yükselirken hala yanmakta olan sobanın aksine bambaşka bir sıcaklığın tenimi yakmaya başladığını hissettim.Kavanozu ve kaşığı yeniden tezgaha bırakıp, eğlenen ifadesinden hiçbir şey kaybetmeden hafifçe çenemin altına dokundu.
"Yerken saklanmak zorunda değilsin."
Bu defa bambaşka bir nedenle kızaran cildime son bir kez daha bakıp kapının yanına bıraktığı çuvalı almak için geri döndü. Çuvalın içindeki patatesleri hasır bir sepetin içine yerleştirdiği süre boyunca ne diyeceğimi bilemez bir halde onu izledim.Nihayet sesime kavuştuğumda kesenin içinden çıkardığı salamura peynirleri kesmeye başlamıştı.
"Avlanmaya gitmek yerine dışarıda seni öldürmeyi bekleyen onca insana rağmen markete mi gittin?"
Kalın dilimler halinde doğradığı peynirleri, tavanın içine dizdiği sırada "Daha önce de söylediğim gibi ben hayvanları avlamam. Ayrıca bunları markette bulamazsın," diye mırıldandı. "O ekmeklerde, bu peynir de el yapımı. Akşam içinde bahçe patatesi aldım."
Tavaya dizdiği peynirleri kuzine sobanın üzerine bırakıp, bu defa ekmeklere yöneldi.
"Daha önce de söylediğim gibi hayvanları avlamıyor olman onları avlayan 'tüketici' firmaların izinden gidip onları yediğin gerçeğini değiştirmiyor."
"Sana hayvanları yediğimi hiç söylemedim."
Ona yardım etmek yerine sofrayı kuruşunu izlediğim yerde doğrulup boğuk bir kahkaha attım. "Espri anlayışının gerçekten kötü."
Benimle birlikte gülmek yerine ekmekleri kesmeye devam etti. Kilere yöneldiği sırada "Şaka yapıyorsun değil mi?" diye seslendim arkasından. "Vejetaryen olduğunu söylemeyeceksin herhalde."
Kilerden aldığı konserve zeytinlerle yanımdan geçerken bana yandan bir bakış fırlattı. "Peki, söylemem."
Bu defa ağzım bambaşka nedenlerle açık kaldı. “Gerçekten vejetaryen mısın? Sen insanları öldürüyorsun yahu, nasıl vejetaryen olabilirsin!”
“Ama onları yemiyorum." Yıkadığı zeytinleri süzdüğü sırada bir kömür gibi yanan bakışlarını birkaç uzun saniye boyunca yüzümün çehresinde gezdirdi."Bazen bu kararımı sorguladığım oluyor tabi.”
Ah.
Birçok konuda başarısız olmama rağmen içgüdülerimin asla yanılmadığı tek bir şey vardı: Tehlike. Ve bu tehlike beni öldürecek bir kurşundan çok daha kötüsünü vadediyordu.
Bu nedenle ima dolu cümlesine herhangi bir karşılık vermeden küçük masadaki yerime kuruldum.
Sobanın ısısı ile kızaran peynirleri, taze ekmek ve zeytin eşliğinde sessizlik içerisinde tükettik.
Aramızdaki ani mesafeyi fark ettiyse bile üzerime gelmedi. Kahvaltının ardından yapması gereken birkaç iş olduğuyla ilgili bir şeyler geveleyip beni düşünceler eşliğinde geride bıraktı.
Medeniyetten kilometrelerce uzakta, daha adını bile bilmediğim eli kanlı bir adamın yanında kalıyordum. Kimse nerede olduğumu bilmiyordu. Burada başıma bir şey gelse, beni bulmaları aylar sürebilirdi. Ve ben kurtulmaya çalışmak yerine, istese kolaylıkla beni etkisiz hale getirebilecek tehlikeli bir adamın bakışları altında kızarıp, bozarıyordum.
Oysa ne zaman Stockholm sendromunu işleyen bir kitap okusam bayağı bulur, yarıda bırakırdım.
Eyleme geçtiğimi hissetmek için hiçbir şey bulamayacağımı bile bile barakanın her yerini aramaya başladım. İşe yarar, ona karşı kullanabileceğim her bilgi kırıntısına ihtiyacım vardı.Ancak upuzun bir saat boyunca belki bir şeyler bulurum umudu ile kiler dolabının bile altını üstüne getirmiş olmama rağmen hiçbir kişisel eşyasına rastlayamadım. Buraya gelirken yanında getirdiği çantalar bile gizemli bir şekilde ortadan kayboluvermişti. En nihayetinde başarısızlığımı kabullenip öfkemi boşaltabilmek adına dün gece banyo zemininde bıraktığım kirli kıyafetlerimi buz gibi suyun içinde koca bir kalıp sabun ve tek elimle yıkamaya giriştim.
Bir plana ihtiyacım vardı.
Nerede olduğumuzu bilmediğimden ve 34 beden seksi bir Lara Croft olmadığımdan dağlarca ramboculuk oynamak listenin en alt sırasındaydı. Haliyle daha kolay ve kesin sonuç verebilecekbir eyleme ihtiyacım vardı.Bunlardan ilki mutlaka bir iletişim aracına sahip olduğundan müstakbel katilimin gizemli çantasını bulmaktı. Böylelikle telefonla polisi ya da bana yardım edebileceğini umduğum birilerini arayabilirdim.
Mesela kimi? diye fısıldadı içimdeki kötücül ses alayla.
Donuk bir halde sabun kalıntılarıyla dolu sütyenime bakakaldım. Sahi, kimi arayacaktım?Bir başarısızlık örneği daha sergilercesine ailemi arayabilir miydim?
Aylardır her aramasından köşe bucak kaçtığım kız kardeşimi arayabilir miydim? Sadece aynı ortamda bulunmak zorunda olduğum için arkadaşlığımızı sürdürdüğüm onca insan arasından telefonlarında adımı gördüklerinde açacak kaç gerçek arkadaşa sahiptim?
Melankolik düşüncelerimi kovmak istercesine başımı şiddetle salladım. Eğer bir Lara Croft olamıyorsam en azından onun gibi düşünebilirdim.
Angelina Jolie kötü adamlar peşindeyken hayatını sorgulayıp kötü aile ilişkileri ve yalnızlığı yüzünden uzaklara dalıyor muydu? Elbette, hayır.
Seksi bakışları, dolgun dudakları ve müthiş vücuduyla salına salına erkeklerin kıçlarını tekmelemeye devam ediyordu.Yeni bir umutla yıkamakta olduğum çamaşırları küvetin içinde bırakıp doğrularak puslu aynadaki aksime baktım. Temiz ama darmadağınık görünüşümde bir şey uzunca kendime bakmaya devam etmemi sağladı. En son ne zaman bu kadar kendimmiş gibi göründüğümü hatırlayamıyordum. Hala aynı görünüyordum ama bir şekilde farklıydım da.
Daha fazla oyalanmamak adına ormanda kesinlikle işlevsiz kalacak ayakkabılarımı giyip küçük verandaya çıktım. Görünürlerde katilimden hiçbir iz yoktu. Bu nedenle bolca kararlılık ve bir parça telaşla ilk hedefim olan arabaya doğru ilerlemeye başladım.
Emin adımlarla ilerlediğim planım arabanın kilitli kapıları ile sekteye uğradı. Bu adam hiçbir insani hataya düşmez miydi? Taşındığım ilk hafta bile iki kez anahtarlarımı kaybetmiş, bir kez de yanlış bir dairenin kapısını anahtarımla zorlarken komşuma yakalanmıştım.
Çocukça bir öfkeyle yerden aldığım bir dal parçasını ıslak toprağa bulayıp ön cama koca harflerle 'GÖT' yazdım.
Hiçbir çözüme ulaşamamış olsam da bir parça tatminle barakanın bulunduğu alanın çevresinde büyükçe bir daire çizmek adına patikadan sapıp doğuya doğru yöneldim.
Yürüdükçe temiz havanında etkisiyle zihnim açılmaya ve olası planlarımı yeniden gözden geçirmeye başladı: Baraka temizdi. Çantasını pekala arabasının bagajında saklıyor olabilirdi ama karşımdaki adam her ihtimali tartan ve her olası ihtimale uygun planlar yapabilecek kapasitede biriydi. Haliyle araca ulaşamadığı bir olasılığı ele alıp daha yakınlarda kendine bir alternatif çözüm yaratmış olabilirdi. Bu da beni yeniden barakaya yönlendiriyordu.
Keşke barakadan çıktığı anların birinde onu takip etmiş olsaydım.Bir süre devasa ağaçların arasında adını bile bilmediğim onlarca kuşun cıvıltıları eşliğinde yürümeye devam ettim. Baktığım her yer sonsuz bir yeşil ve kahverengi cenneti gibiydi.
Yürüdükçe güneye bakan dar yoldan ritmik bir ses duyulmaya başladı. Yaklaştıkça ritmik sesin bodur bir kütüğe darbeler indiren müstakbel katilimden geldiği seyirlik bir görüntü ile karşılaştım.
Sabah giydiği kolsuz yeleği çıkarıp, biraz ilerisinde istiflediği odun parçalarının üzerine bırakmıştı. Bulunduğum noktadan yüzünü göremiyor olmanın verdiği rahatlıkla bir süre baltayı her kaldırdığında gerilip sırtına ve kollarına yapışan gömleğinde ve muhtemelen şeytanın icadı olan pantolonunun içindeki sıkı kalçalarında gözlerimi gezdirdim. Evet, bu pantolon kesinlikle şeytanın icadıydı ve zayıf irademi bertaraf etmek adına Stockholm sendromlu karakterler yazan yazarlar tarafından bana musallat olması için gönderilmişti.
Kendimi bir sapık gibi hissetmeye başlayıp, gerisin geri dönmeyi düşündüğüm noktada kapıldığım büyülü anı bozan ve dünyamı derinden sarsan bir ses işittim.Ardına kadar açılan gözlerimle katilimin baltasını bırakıp, yeleğinin cebindeki telefonu çıkarışını izledim. Belki konuştuklarını duyabilirim umuduyla düşünmeden birkaç adım ilerimdeki vücudumu kapatacağını umduğum dikenli bir çalılığın ardına istiflendim.
Bir süre karşı tarafın anlattıklarını dinledi, telefonu kulağından çekip dikkatle ekrana baktığı derin bir sessizliğin ardından hoparlörden bir adamın sesi yükseldi."Kesik, bu iş suyu iyice bulandırdı. Belli ki Igor'u indireceğini zaten biliyorlarmış. Hesap hareketlerindeki ani yükselişleri görüyor musun? Her biri senin şehirdeki günlerin ile eşleşiyor."
Bir süre daha ekrana sessizce bakıp "Takipte kalmaya devam et," dedi.
Bir isim yakalamanın verdiği heyecanla öne eğildiğim sırada dengemi kaybedip dikenli çalıların içine doğru düşüverdim.
Farklı bir geçmişten geliyor olsaydım ya da durmadan üyelik açtığım o aptal spor salonuna bir kez olsun gitseydim hızla tepki verir ve düşüşümü yavaşlatmak adına bir şeyler yapardım. Bense yuvarlandım, debelendim ve olur da beni bu ormanın içinde duymayan başka bir canlı kalmıştır diye olabildiğince ses çıkardım.
Nihayet dizlerimin üzerinde doğrulduğumda kaderimi kabullenmiş bir halde başımı yukarıya kaldırdım.
Birkaç saat önce keyifle ısınan kahveliklerin sahibi hiddetle yüzüme bakıyordu. Orman güneşin sıcaklığıyla birlikte gözlerindeki ışığı da çalmıştı.
Oysa ben hiç üşümüyordum.
Beyhude bir çabayla doğrulup söyleyecek mantıklı bir şeyler ararken kazağıma yapışan dikenleri el yordamıyla temizlemeye çalıştım.
Yaptığımın üstünü örtecek hiçbir bahane aklıma gelmediğinden ağzımı birkaç kez açıp, kapattım.
Ardından Lara Croft'un asla yapmayacağı bir şey yapıp sallanmaması için göğüslerimi tuttuğum gibi gerisin geri koşmaya başladım.
Eğer yeterince şanslı olursam barakaya ondan önce varıp köşedeki ağır divan ve masa ile kapının ardına barikat kurabilirdim. Kilerdeki yiyecekler beni uzunca bir süre idare ederdi. Şayet yaşamama izin verirse verandanın önünde kendi mahsüllerimi bile yetiştirmeye başlayabilirdim.
Bahçeyle uğraşan insanlara hep özenmişimdir zaten.Toprakta hangi sebzelerin yetiştiğini hatırlamaya çalıştığım sırada belime sarılan çelik gibi kollar tarafından geriye, tatmin edici ölçüde sert bir göğse çekildim.
"Bakın burada kim varmış! Yolunu mu kaybettin kuzucuk?"
Benim aksime nefesi kontrollü, sesi kendinden emin bir güçle titriyordu.
"Sadece etrafta dolaşıyordum ve telefonla konuştuğunu duyunca seni rahatsız etmek istemedim. Ben ikili ilişkilerde kişisel alana saygı duyulması gerektiğini bilerek büyütüldüm."
Göğsü ve kolları arasındaki şahsi kafesimi bir milim bile genişletmeden derince nefeslendi.
"Ben aslında oldukça basit yönergeleri olan bir adamım. Kurallarıma bağlı yaşarım. Bir kez hata yapana bir daha müsamaha göstermem çünkü bir kez yapan daima ikincinin yollarını arar. Az önce senin ne yaptığını biliyor musun?"
Titrek bir sesle "Hata mı yaptım?" diye sordum.
“Hem de ikincisini."
Sanki yüzünü görebilecekmişim gibi bakışlarımı yana doğru çevirdim. "İlk hatam neydi? Fotoğraflarını çekmek mi?"
Cevap vermeden önce başımın arkasında anlık bir baskı hissettim.
“İlk hatan benimle tanışmaktı, Eftalya.”

🎶 Colter





Yorumlar