top of page

VII - ‘Şeytan yalnızca kapıyı aralar; içeriye girense sensin.’

  • Yazarın fotoğrafı: Ozge Meral
    Ozge Meral
  • 4 Tem
  • 6 dakikada okunur

İklimi oldukça ılıman küçük bir sahil kasabasında yaşadığımdan ortalığı kasıp kavuran fırtınaların hemen ardından açan güneşe de gökyüzünün şiddetli eli onlara hiç dokunmamış gibi yuvalarından fırlayıp şakımaya devam eden kuşlara da çokça şahit olmuştum. Kötü atfettiğimiz şeylerin tıpkı bu fırtına anlarında olduğu gibi geride bırakılabilir oluşları ve var olmuş ya da olacak her kötü hadiseye rağmen hayatın devam ediyor oluşu bu küçücük anlarda bile beni büyülemeye yeterdi. Ancak acının kaynağı sizken bu romantik çıkarımların yalnızca teoride kaldığını da kavrıyordunuz.       


Keşke aynı değişimi kırıp, döktüklerimin ardından kendimde de gözlemleyebilseydim. Oysa çıkan her fırtınanın ardından daha da çirkinleşiyor gibiydim.


Önce bir cinayeti belgeleyecek fotoğrafları cinayet işlenirken çekme cüretini göstermiş, ardından birini vurmuştum. Etrafa öfkemi kusup küfürler yağdırmak yetmemiş nihayetinde şiddete başvurmaya karar vermiştim. Doğru şartlar oluşturulduğunda herkesin birer kötüye evrilebileceğini çünkü o aşamada ahlak ve etiğin ardına geçeceğimizi savunan görüşlere aptal bir özgüven ile başımı çevirmiş olmak ne acıydı.       

Küçük bir silindiri andıran banyonun soluk duvarlarında gezdirdim bakışlarımı. Hayatta kalmak için her şeyin mübah olduğu bir nokta gerçekten varsa beni içerideki adamdan ayrı kılan çizgi neredeydi?       


Odaksız bakışlarım çerçevesiz aynanın ardındaki aksimde takılı kaldı. Ne rengi çekilmiş yüzümde ne de mümkünmüş gibi daha da büyük görünen gözlerimde tanıdık herhangi bir ize rastlayamıyordum.


Ne zaman değişmeye başlamıştım?


Kafamın içinde iyinin ve kötünün tanımını onlarca kez irdelememişim gibi göremediğim o noktayı bulurum umudu ile yansımama uzun uzun bakmaya devam ettim. Bu cehennemden kurtulabilecek miydim gerçekten?   

   

'Geride bir hayatın varmış gibi davranmaya devam mı edeceksin?' diye fısıldadı içimdeki zehirli ses. Sıkıntılı bir nefes verip, vahşi saçlarımı bir arada tutan kumaş parçasını çıkardım.       

 

Başarısız saldırı girişimimin ardından kuzine sobayı yakabileceğimiz kadar odun ve çalı çırpıyla barakaya dönüp bana bir kez bile bakmadan işe koyulmuştu. Yarı uyanık yarı uyuklar bir halde kapının sol girişine atılmış eski divanın üzerinde geçirdiğim iki saatin ardından ise elime kalın bir eşofman altı ile devasa boyutlarda görünen bir kazak tutuşturup yıkanabileceğimi söylemişti.


Öyle sefil bir haldeydim ki itiraz bile etmemiştim. Sağlam elimin elverdiğince üzerimdeki artık kötü kokular yaymaya başlayan kirli kıyafetlerden sıyrılıp daha sonra yıkamak ya da yakmak için bir kenara ayırdım. Yakınlarda bir çamaşır makinesi ya da sağlam iki adet elim olmadığına göre yakmak daha olası bir çözüm gibiydi.       


Uzanıp önceden yarısına dek doldurulmuş küvetin sıcaklığını kontrol ettim ve dikkatlice içine yerleştim. Kesinlikle sevdiğim sıcaklığın çok altındaydı ama elektriğin bile olmadığı dağ başındaki bir barakada alıkonulmuş halde olunca bazı lükslerden feragat etmek zorunda kalıyordunuz.       


Küvetin bir kol uzanışı kadar yukarısına çakılmış tahta bir rafın üzerinde yan yana dizili kalıp sabunlar ve hiç kullanılmamış gibi duran bir lif yer alıyordu. Seçici olmayı bir kenara bırakıp lif ve sabun yardımıyla olabildiğince temizlenmeye çalıştım. Yıkadıkça çıplak cildimde daha önce farkına bile varmadığım onlarca çürükle karşılaştım.       


Nihayet bir kuş yuvası kadar dolaşmış saçlarımı yıkamayı da kovadaki tüm sıcak suyla birlikte bitirip kapalı klozet kapağının üzerine bıraktığım küçük el havlusuna uzandım. Ne diş fırçası, ne güzel kokulu bir sabun, ne yumuşak bir havlu ve ne de sıcak suya ihtiyaç duymayan bir adamın birini gözünü kırpmadan öldürebilmesine çokta şaşırmamam gerekiyordu belki de.


Eşofman altını elime aldığım sırada hiç temiz iç çamaşırımın olmadığını hatırladım. Harika. Saldırganlığıma müstehcenlikte eklenmişti.

Rahatsız bir ifade ile önce kalçamı sıkıca sarıp basenlerimden sonra bollaşan eşofman altını sonra da çıplak göğüslerimin üzerinde yabancı bir his yaratan koyu renkli kazağı giydim.


Kazağın etekleri kalçamı kapatacak kadar uzun olduğundan dikkat etmem gereken tek şey ani hareketlerle sallanan göğüslerimi sevgili katilimin odağından uzak tutmaktı.


Kirli kıyafetlerimin midesini bulandırabileceğini düşünüp oldukları yerde bırakmaya karar verdim. Beni bir kokarca olarak görmesi işime gelirdi.       


Nemli bir buhar bulutu eşliğinde küçük banyodan çıktığımda barakanın içinin hatrı sayılır ölçüde derlenip toplandığını fark ettim. Kuzine soba bahar aylarında olmamıza rağmen rakım yüzünden düşen hava sıcaklığını dengelemek istercesine cayır cayır yanıyordu.       

Eski demir döküm bir tavadaki konserve olduklarını tahmin ettiğim fasulyeleri karıştıran adamın sırtına bir süre kaşlarımı çatarak baktım. Tek kişilik küçük tahta masanın ve sandalyenin yanına yaklaştıkça fasulyelerin kokusu tüm düşmanca düşüncelerimi def etti.


Midem rahatsız edici bir sesle guruldayıp bana neredeyse iki gündür yemek yemediğimi hatırlattı.Yemek için salyalarımı zorlukla kontrol altında tutuyor olmama rağmen bir kraliçe edasıyla sakince sandalyeye kurulup parmaklarımla saçlarımı tarayarak düğümleri açmaya odaklandım.


Masaya önce bir bez parçasının üzerine yerleştirdiği fasulye dolu sıcak tavayı ardından bir bardak su ile bir adet demir kaşık koydu.Kendini affettirmek için bana yemek mi hazırlamıştı?     


"Yerimde oturuyorsun."


Anlamaz bakışlarımı yukarıya kaldırdığımda sandalyeden kalkmamı işaret eden bir hareket yaptı.Beni kaçırdığı yetmiyor bir de aç mı bırakıyordu? Masadaki tek kişilik servis vardığım sonucu destekler nitelikteydi. Bu işlediği tüm suçlardan daha çok tepemi attırdı.     

 

"Beni aç bırakarak cezalandıramazsın. En başından beri burada olmayı ben istememişken ve senin zorunla bu aptal barakada tutuluyorken bana bakmak ve karnımı doyurmak zorundasın. Evet, büyük ebatlarım seni korkutmuş olabilir ama o dolapta ikimize de yetecek kadar konserve yiyecek var. O yüzden kusura bakma, sen burada karnını doyururken kenarda oturup seni izlemeyeceğim."


Tenimi cayır cayır yakan öfkeyle savurduğum tiratıma gözlerine yerleşen neşe parıltıları ile karşılık verdi. Ardından başını hafifçe sağ tarafıma doğru eğip masaya oturduğumdan beri fark etmediğim temiz görünümlü bodur bir kütük parçasını işaret etti.

       

"Kötü espri anlayışı düşük IQ göstergesidir. Beni yine yanıltmadın," dedim kıpkırmızı bir suratla söylenerek sandalyeden kalkıp bodur kütüğün üzerine yerleşirken.


Eğlendiğini saklama zahmetinde bile bulunmadan demir kaşığı benim önüme itip yemek yapmak için kullanıldığını tahmin ettiğim tahta bir kaşığı da kendi önüne koydu. Fazladan bir demir kaşık bile yoktu. Adam paranoyak derecesinde tekilliğine düşkündü.


İlk sıcak, lezzet dolu kaşığı onun yerine yerleşmesini beklemeden mideye indirdim.


Cennetteydim.


Bir süre nefes bile almadan yemeğin tadını çıkardım. Yediğim her lokmayla görüş alanımdaki tüm renkler canlanıyor, hücrelerimin yaşam enerjisi ile dolduğunu hissediyordum. Dört kişilik bir ailenin bir oturuşta zorlukla bitireceği koca bir tava dolusu fasulyeyi dakikalar içinde tükettik.       


"Daha önce, başımın derde girebileceği ile ilgili söylediklerin ne anlama geliyordu?" dedim tıka basa doyan midemle üzerime çöken rehavet hissini dağıtmak için. "Sana suç işlerken yardım etmedim. O halde nasıl oluyor da başı derde giren ben oluyorum."


Suyundan bir yudum alıp kağıt peçete yardımıyla masada yarattığımız dağınıklığı kabaca toparladı.       


"Güvenli evde saldırıya uğradığımız zaman bize saldıranların kim olduğunu hiç düşündün mü? Bu kadar kısa bir sürede bizi elleriyle koymuş gibi bulmaları sana da fazla şaibeli gelmiyor mu?"       


"Kim olduğunu bile bilmiyorum. İşin insanları öldürmek olduğuna göre birden fazla düşmanın olması şaşırtıcı bir şey olmazdı."


Arkasına doğru yaslanınca oturduğu eski sandalyeden can çekişir nitelikte gıcırtılar yükseldi. Bir süre sessizce dağınık saçlarıma, üzerimde kocaman ve hantal bir kumaş yığını gibi duran kazağına baktı. Bir anlığına bakışları iç çamaşırı giymediğimi fark etmiş gibi göğüslerimin üzerinde duraksadı.


Saçlarımı düzeltiyormuş gibi yapıp dikkatini dağıtmadan hemen önce saç diplerime kadar ulaşan bir ürperti hissettim.       


"Birincisi benim işim insanları bulmak," dedi buz gibi bir gerçeklikle. "Onların ortadan kaybolması yalnızca prosedürün bir parçası. Senin için daha kolay olacaksa beni bir sorun çözücü olarak da düşünebilirsin."       


"Ve o gece bardaki tüm o insanları öldürmen de bir sorunu mu çözüyordu? Ne yaptılar, saplantılı masallarından birini anlatırken şarkı söylemeye mi başladılar?”


Duruşunu bozmadan "Bilmemen gerekenler listesindeki bir başka madde daha," diye devam etti.


Sağlam elimi kabarık saçlarımın arasına daldırıp koca bir tutamı çekerek sinirlerime hakim olmaya çalıştım. Her zaman bu şekilde iletişim kuramıyorduk. Öğrenebileceğim her bilgi kırıntısına ihtiyacım vardı.       


"Kendince bir etik çerçevesinde hareket ettiğini anlıyorum ama senin kararların benim hayatımı da etkiliyor. O gece beni öldürmekten vazgeçtin. Bildiğimi sandığın şey yüzünden olduğunu söylemiş olmana rağmen- ki bilmediğim ortada- sonrasında da gitmeme izin vermedin. Bir noktayı kaçırıyor olmalıyım çünkü burada, seninle hala neden birlikte olmak zorunda olduğumu anlayamıyorum. "


Ne kadarını söylemesi gerektiğini tartıyormuş gibi bir süreliğine duraksadı.     

 

"Şu an bilmen gereken tek şey, bir telefon beklediğim. Güvenli evin baskınının arkasındaki kişiler çözüldüğü zaman ve gerekli hazırlıklar tamamlandığında evine dönebileceksin."   

   

"Ve sen de öylece gitmeme izin vereceksin, öyle mi? Kaçıp gitmemden, polislere olmasa bile gazetelere her şeyi anlatmamdan korkmuyor musun?"


Keskin hatlı dudaklarında vaat dolu bir gülümseme belirdi. "Zekana bundan daha çok saygı duyuyorum kuzucuk."


İğnelemesini görmezden geldim. Onun aksine "Neden bana kuzu deyip duruyorsun?" diye sordum çileden çıkmış bir şekilde.     

 

Sorum karşısında yüzündeki gülümseme çok daha karanlık, çok daha tehlikeli bir ifadeye dönüştü. "Herkesin şeytanları vardır," diye başladı. "Kimileri onları beslemeyi seçer kimileri ise saklamayı. O gece, o barda benim aslında ne olduğumu gördün. Her şey başlamadan önce sen zaten biliyordun Eftalya, ama kaldın."


Görünmez bir elin yavaşça boğazımı sıkmaya başladığını hissettim. Her kalp atışı süresinde baskısını biraz daha arttırıyordu.       


"Senin tabirinle, ikimizde şeytanlarımızı doyurmayı seçtik."


Konuşmamızın başından beri sakinliğini koruyan tavrı tıpkı birkaç saat önceki tartışmamızda olduğu gibi kil misali kırılıverdi. Ama bu defa kilin ardında sıcak kahvelerin içine sızan acıdan eser yoktu. Şimdi bana tıpkı o gece barda baktığı gibi bakıyordu. Şeytanın ininde, canavarın ta kendisine bakıyordum.         


"Sen iyi ile kötünün çizgisinde değilsin. Sen hiç sahip olmadığımı düşündüğüm, çok eskilerde kaybettiğim vicdanımsın. Bana baktığında gözlerinde görüyorum, sesinde duyuyorum."


Boğazımın derinliklerinden kelimelerin ağırlığını kaldıramıyormuş gibi boğuk, çatallı bir ses yükseldi. Sanki başımı kaldırıp omzumun ardından geriye doğru baksam ölümün beklenti dolu sureti ile karşılaşacaktım.     

 

"Beni öldürecek misin?"


Zarif eli havalanıp rengi çekilen yüzüme uzandı. Çenemin altındaki nazik dokunuşu hissedene dek gözlerimi kapalı tuttum. Şimdi yüzümün birkaç santim yukarısındaki yüzü sükunet ile gevşemiş, sıcaklık kahvelerinin dehlizlerine yeniden sızmaya başlamıştı.     

 

"Bugün değil.”


 Barakanın içinde sessiz düşünceler içerisinde geçirdiğim birkaç saatin ardından nihayet tekli divanın üzerinde uykuya daldım. Rüyamda bir çayırlıkta üzerime doğrultulmuş parlak bir bıçağın altında yatan küçük bir kuzuydum.


Bıçağı tutan el ise katilime aitti.

ree

🎶 Soap&Skin - Me and the Devil

Yorumlar


YENİ BÖLÜM BİLDİRİMLERİ İÇİN ŞİMDİ KAYIT OL!

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

bottom of page