top of page

V - ‘Silahı güçlü kılan, korkuyu büyüten ellerdir.’

  • Yazarın fotoğrafı: Ozge Meral
    Ozge Meral
  • 4 Tem
  • 6 dakikada okunur

Dibine sindiğim duvara saplanan ikinci kurşunla yüksek perdeden bir çığlık kopardım. Yalnızca yirmi dört saat önce muhtemelen asla mezun olamayacağı bir bölümde okuyup, haftanın beş gününü bulduğu her yarı zamanlı işte çalışarak geçiren sıradan biriydim. Öğrenci kredimle ilk görüşte vurulduğum ancak bütçemin oldukça üzerinde bir evde oturduğumdan ve beni bir başarısızlık örneği olarak gören ailemden maddi destek almayı kabul etmediğimden faturalarımı ödemeyi hep aksatırdım.


Yine de sanki dünyadaki bütün boş vakte ve kabarık banka hesaplarından birine sahipmiş gibi evimi dekore ekmekten geri duramazdım. Tasarımcı işi kıyafetleri çok sever ama yemek yemeyi onlardan da çok sevdiğim için kısıtlı bir gardıroptan giyinirdim.


Annem ergenliğim boyunca vücut kitle endeksimi reddedip kız kardeşime aldığı her şeyin aynısından bana da bir çift alırdı. Ancak Ofelya'nın aksine benim büyük göğüslerim ve yaşıtlarımın hiçbirinde bulunmayan kocaman bir kalçam vardı. Asla kendisine ait olmayan kıyafetlerin içerisine girmeye çalışan eğreti bir görüntü sergilerdim. Üstelik moda anlayışımız annemle taban tabana zıttı. Evden ayrılmamla birlikte dolabımı da baştan aşağıya yenilemem gerekmişti.


Yine de bundan bir gece önce en büyük kaygım beden ölçümün bir numara daha büyümesi ya da bir başka başarısızlığın ardından aileme ve çevreme konuşacak yeni bir malzeme sunmakken şimdi bir silahlı çatışmanın orta yerinde hayatta kalmaya çalışıyordum. 

     

"Yerde kal," diye buyurdu müstakbel katilim nereden çıkardığını görmediğim iki silahla konuşlandığı yerden. Sanki başka bir yere gitmem mümkünmüş gibi.


Beni sorguladığı büyük salonun bağlı olduğu mutfağın köhne bir köşesindeydim. Evin planlarını çizen mimar pencereler konusunda cimri davrandığı için şükrediyordum. Zira biri mutfak penceresinden başını uzatmadığı müddetçe doğrudan beni fark etmesi oldukça zordu.


Bir dizi daha kurşun kırık camların ardından vınlayarak salonun ve mutfağın duvarlarına saplandı. Başımı kırdığım dizlerime tamamen gömüp görünmez olabilmeyi diledim. Ya da tüm bunların korkunç bir kabus olmasını.     

 

Önce zeminde hafif bir sürtünme ardından saçlarımda bir dokunuş hissettim.Başımı kaldırdığımda bir çift kahverengi göz bana doğru bakıyordu. Kaba hatları, korkutucu cüssesi ve huysuz mizacı ile karşımda duran sıcacık kahverengi gözler öylesine taban tabana zıttı ki bir süre tepki vermeden yalnızca yüzüne bakmaya devam ettim. Birinin yaşam dolu gözlerine bakmak mahremine girmek gibiydi.

Benim tepki vermediğimi fark etmemiş gibi bir kez dudaklarına dokunup evrensel sessiz ol işaretini yaptıktan sonra aynı parmağıyla sol tarafımı işaret etti. Başımı çevirdiğimde boş bir içki rafının ardına gizlenmiş bodur bir dolap dikkatimi çekti. Oraya girmemi mi istiyordu?   

   

"Şimdi seninle bir oyun oynayacağız,” dedi kısık, zorlukla duyabildiğim bir sesle. "Ben misafirlerimizi evlerine geri gönderirken senin o dolapta saklanmanı istiyorum."


Devam etmesine izin vermeden "Ben o dolaba sığmam bile!" diye karşı çıktım.


Yüzündeki ciddi ifade biraz olsun sarsılmazken beni duymamış gibi konuşmaya devam etti. "Ne duyarsan duy, güvende olduğuna inansan bile sakın dışarıya çıkma. Ben gelip seni alana kadar orada kalmaya devam et.”


Bir başka kurşun seliyle kuşatıldığımız esnada onu onaylamamı beklemeden gitmek üzere geri çekildi. Panikle uzanıp koluna tutundum.


Gitmesini ve beni ardında bırakıp, hayatıma geri dönmeme izin vermesini istiyordum ama ne derler bilirsiniz: Bildiğiniz düşman bilmediğinizden daha iyidir.


Duygulardan arındırdığı bakışları önce koluna sarılı elime ardından yüzüme çevrildi.


"Bana güveniyor musun?”


Cevap için düşünmeye bile gerek duymadım. "Hayır."


Gözlerinin kenarları kırışırken dudaklarında alaycı bir gülümseme peydahlandı. "Akıllı kız."


Ardından tutuşumdan kolayca kurtulup tıpkı izlediğim aksiyon filmlerindeki karakterler gibi cüssesine ters bir çeviklikle dört bir yanına kurşun yağdırılan salona doğru yarı emekler yarı yürür halde gözden kayboldu.     


Pekala, tek başıma kalmıştım. İçimdeki küçük hesapçı taraf kötü adamların aralarındaki anlaşmazlığı silahlarla da olsa sonlandırıp bana buradan kaçıp kurtulabileceğim bir zemin hazırlamasını istiyordu. Korkudan aklını kaçırmak üzere olan daha mantıklı tarafım ise bu adamların müstakbel katilimden bile daha tehlikeli olduğunu, bu yüzden oyalanmadan o dolabın içine girmem gerektiği kanısındaydı. İş dünyasında, akademik hayatımda ve kesinlikle özel hayatımda hiçbir işe yaramayan içgüdülerimin bu defa haklı olmasını umarak dikkatle içki rafının arkasına geçtim.


Dışarıdan acı dolu bir feryat yükselirken konserve fasulyelerin dizili olduğu dolabın içine omurgamı sızlatacak bir açıyla girmeyi başardım ve dolabın kapaklarını boğazıma dolan küf ve toz kokularının üstüne kapadım.     

 

Şiddetin sesi dolap kapaklarının kenarından içeriye doğru sızıyordu. Sağlam olan elimle hırıltılı soluklarımı gizlemek için barikat oluştururken zihnimi berrak ve her an harekete geçmeye hazır bir halde tutmaya çalıştım.

Burada ölebilirdim. Dün o sokak arasında ölebilirdim. Çok değil dakikalar önce eğer hızlı davranıp sandalyemi devirmemiş olsaydı o ilk kurşunla bile ölebilirdim. Yirmi üç yıllık hayatım boyunca ölüme hiç bu kadar yakın olmamıştım.

Zihnimde onlarca ihtimal, olası tonlarca senaryo dönerken dakikalar asırlar gibi gelmeye başladı. Bir süre sonra dışarıdan gelen seslerin kesildiğini farkettim. Yüksek kan akışımın kulaklarımı dolduran uğultusu dışında havada tek bir titreşim bile hissedemiyordum.


Bitmiş miydi?


Kahverengi gözlerin bıçak kadar keskin uyarısına rağmen sessizlik uzadıkça içine girdiğim ruh halim daha da kararmaya başladı. Doğru olanın o dolabın içinde beklemek mi yoksa başkaları gelmeden kaçıp gitmek mi olduğunu saptayamıyordum. Ya olasılıkları düşünerek burada durduğum her saniye kendi hayatımdan çalınıyorsa? Ya kötü adamlar benim yanımdaki kötü adamı da öldürdüyse? Nihayetinde ölmüş birinin gelip beni dolaptan çıkarmasını bekleyemezdim değil mi?       


 Kararımı verip, göğüs kafesimi şişiren bir nefesle birlikte sessizce dolabın kapaklarını açtım. Bu açıdan mutfağın içini görmem mümkün olmadığından ses çıkarmamaya özen göstererek dolabın içinden tamamen çıkıp daha önce beklediğim köşeye doğru ilerledim. Kırık pencerelerden içeriye saçılan cam kırıkları ve kurşunların saplandığı duvar deliklerinden düşen sıva parçaları dışında etrafta hiçbir şey yoktu.


Yavaşça başımı uzatıp mutfağın ardından salona göz gezdirdim. İlk kurşundan sonra üzerimden hızla çözdüğü ipler hala devrilmiş sandalyenin ayakucunda duruyordu. Dışarıda birileri olabilir ihtimaliyle eğilerek harabeye dönmüş salonun içinden geçip giriş kapısına bağlanan holünde içinde bulunduğu uzun koridora saptım.


Tam o sırada gözüme karanlık koridorun ucunda yerde sere serpe yatan bir beden çarptı. Gölgelerin içinde kalmış olmasına rağmen yüz üstü yatan bedenin giydiği takımı hemen tanıdım. Farkında olmadan onu öyle çok izlemiştim ki takımının bütün gece giyilmekten bozulmuş ütüsünü bile ayırt edebiliyordum.

Beni sorguladığı sırada ceketi üzerinde değildi. Muhtemelen yanımdan ayrıldıktan sonra giymişti. Özgürlüğüm bir kapı ötede olmasına rağmen orada durup birkaç uzun saniye boyunca cansız bedene bakmaya devam ettim.


İçimi ismini koyamadığım bir duygu kapladı.

Belli ki silahı güçlü kılan, korkuyu büyüten ellerdi.

Mantıklı olmaktan çok uzakta olduğumu bilmeme rağmen midemi bir yumruk gibi sıkan bu histen kaçamadım. Bir saat önce gözlerine baktığım birinin artık hayatta olmaması kabul edebileceğim bir gerçeklik gibi gelmiyordu.       

Bakışlarımı son bir kez ölü bedeninin üzerinde gezdirip dönerek dış kapıya doğru seğirttim. Elim parlak kapı koluna uzandığı sırada kapı önümde ardına dek açıldı ve yüzünün yarısını poşu ile kapatmış kamuflaj kıyafetleri içerisindeki bir adam silahını yüzüme doğrulttu.


Bebek bakıcılığı yaptığım dönemde baktığım çocukların bilgisayar oyunu oynarken kullandıkları havalı silahlara benziyordu. Ama oyunun aksine bu silah çok daha büyük ve çok daha kaba görünüşlüydü. Üstelik burada ölünce oyuna yeniden başlamak gibi bir seçenekte yoktu.     

 

Adamın koyu gözlerinde dost canlısı olduğunu belli eden en ufak bir titreşim olmadı.

Sulanmaya başlayan gözlerimi yüzüme doğrultulan silahtan bir an olsun ayıramadım. Tıpkı söylediği gibi ne olursa olsun o dolaptan asla çıkmamalıydım.


Namlunun ardındaki aç bakışlar yolun sonuna geldiğimin habercisiydi. Bana acıyıp, gitmeme izin vermeyecekti. Burada, hiçliğin orta yerinde can verecektim.


Yanaklarıma düşen ilk gözyaşı damlası ile gözlerimi ardına dek kaparken 'Kurşun canımı çok yakar mı?' diye düşünmekten geri duramadım. Ardından derinlerden gelen, çok daha baskın bir ses 'Daha değil,’ diye bağırdı. Henüz yaşamaya başlamamıştım bile.


Kulak zarımı sızlatan patlama sesinin ardından üzerimde hissettiğim tonlarca ağırlıkla birlikte yere düştüm. Ağırlık öyle fazlaydı ki ciğerlerimdeki bütün havayı çaldı.


Ölmek böyle mi hissettiriyordu?En azından ölürken hafiflemiş hissedemez miydim?


Üzerimdeki ağırlık aniden kayboldu. Genzimi yakan bir şiddetle soluklanıp, gözlerimi açtım. Önce sadece kırık bir avizenin sallandığı tavanı ayırt edebildim sonra ölümün gölgesi üzerime düştü.


Yüzünün yarısı poşu ile kaplı kamuflaj kıyafetleri içindeki tanıdık gözler öfkeyle yüzüme bakıyordu.


Yüzündeki poşuyu boynuna doğru indirip "Sana asla o dolaptan çıkma demiştim!" diye kükredi.


Cehennemdeydim.


 "Öldüm, değil mi?” diye fısıldadım. “Allah kahretsin! Kimse cesedimi bulamayacak. Burada çürüyüp gideceğim. CSI’ın bir bölümünü izlerken görmüştüm; annemle babama teşhis etmeleri için dişlerimi bir torba içinde götürecekler." Gözlerimi yumup sızlanarak yattığım yerde tepinmeye başladım. “Aptal, aptal, aptal. Ancak ben böyle aptalca bir şekilde ölebilirdim.”


Tenimde hissettiğim sıcak dokunuş şaşkınlıkla gözlerimi açmama sebep oldu.Katilim hiç olmadığı kadar canlı ve öfkeli bir şekilde burnumun dibinde soluk alıyordu. Hemen yanımda az önce yüzüme namlusunu dayamış aynı kamuflaj ve poşuya sahip adamsa göğsünü ıslak kırmızıya boyayan koca bir delikle bilinçsizce uzanıyordu.


İdrak edişin peşi sıra korku bir kez daha damarlarıma sızdı. Katilim ondan kaçmanın mümkün olmadığını bir kez daha ispatlamıştı.

       

"Ölmedin ve cehennemde de değilsin. Davetsiz misafirlerimiz için aynı şeyi söyleyemeyeceğim tabii. Ve sen, sözümü dinlemediğin için cezalısın."


ree

🎶 1782 - Witch Death Cult

Yorumlar


YENİ BÖLÜM BİLDİRİMLERİ İÇİN ŞİMDİ KAYIT OL!

© 2035 by The Book Lover. Powered and secured by Wix

bottom of page