II - ‘Önümde uçurum var, arkamda kurtlar.’
- Ozge Meral
- 28 Haz
- 6 dakikada okunur
Yalnız yaşadığı için sık sık ailemin yönlendirmesiyle market alışverişini yaptığım aksi yan komşumuz her insanın bir günahla birlikte doğduğuna inanırdı. Aslında var olma amacımız ve hayat ile verdiğimiz tüm mücadeleler bu günah çevresinde şekillenirmiş.
O zamanlar günahımın mutfaktaki kumbaradan çaldığım paralarla aldığım şekerlemeler
yüzünden oburluk olduğunu düşünürdüm. Evdeki yardımcı da bu süreçte kumbaradan
benim gibi para çaldığından annem uzun süre çalınan paradaki payımı asla öğrenemedi.
Yine böyle günlerden birinde evin sokağına girmeden önce marketten aldığım şekerlemeyi
bitirmekle uğraşırken kestirme olarak kullandığım sokak arasında bir adamla karşılaştım.
Kirli pantolonu ya da kullanılmaktan yıpranıp iplikleri sökülmeye başlayan eski ceketi bana
karşımdaki adamın kim olabileceğiyle ilgili bir fikir vermeseydi bile yüzündeki ifade her şeyi
söylerdi.
Büyük burnunun ardında iki kara misket gibi görünen gözleri deliliğin ışığıyla parlıyordu.
Mimiklerinde aç, hesapçı bir ifade vardı.
"Gel, bana doğru yaklaş," demişti bal kadar tatlı bir sesle.
Geriye dönmem gerektiğini, anneme yakalanma riskini göze alıp eve doğru koşmam
gerektiğini biliyordum. İçgüdülerim bana arkama bakmadan kaçmam gerektiğini
söylemesine rağmen adama doğru bir adım atmaktan kendimi alamadım.
"Daha da yaklaş.”
Uzanıp beni yakalayabileceği bir mesafeye yaklaşmama iki adım kala ara sokağın başına iki
kişinin gürültülü kahkahalarla girdiğini işittim. Kirli, kaba eller panikle atılıp kolumu
çekiştirmeye başladı. Ancak sokağa giren kişiler ne olduğunu tek bir bakışla fark etmiş
olacak ki bize doğru koşmaya başladılar. Adam kolumu bırakıp, kaçmaya başlamadan önce
neden bir kez bile bağırmamış ya da elinden kaçmaya çalışmamış olduğumu biliyormuş gibi
kısacık bir an Cheshire kedisi gibi gülümsedi.
Yanıma gelen iki yetişkin adamla eve döndüğüm zaman annemin korku dolu yakarışları
altında sakince elimdeki şekerlemeleri yemeye devam ettim. Annem telaş içinde babamı
arayıp, bölge karakoluna suç duyurusuna gitmemiz gerektiğini söylediği sırada ise
parmaklarıma yapışmış şekerlemeleri yalayarak temizlemekle meşguldüm.
Akşam babam eve döndüğünde onlara benden duymak istedikleri şeyleri söyledim; çok
korktuğumu, bir daha evden habersizce çıkmayacağımı ve yabancılarla asla
konuşmayacağımı.
Oysa gece yatağıma yattığım sırada tek düşündüğüm o delilikte beni çağıran şeyin ne
olduğuydu. Ve belki de günahımın oburluktan çok daha kötü, çok daha karanlık bir şeyler
olabileceğiydi.
14 sene sonra karşımdaki adam o ara sokakta karşılaştığım evsizden çok daha tehlikeli
olduğunu iliklerime kadar hissettiren ifadesiyle kaçmamı buyurduğunda ileriye doğru tek bir
adım atamadım. Az önce gözlerimin önünde bir düzine insanın öldürüldüğünü varsayarsak
bunun yerinde bir tepki olduğunu düşünebilirsiniz ama içine girdiğim ruh hali doğal bir reaksiyondan çok uzaktı. Zaman ve mekan algım kaybolmuş gibi orada öylece duruyordum.
Pesimist düşünceler içinde değildim. Kaçık bir adrenalin bağımlısı gibi ölümü kovalamıyordum. Sadece içim buzdan bir ateşle yanıyormuş gibi hissediyordum.
Yalnızca bir dakika önce silahını benim çatalı kullanışımdan bile daha rahat bir tavırla bir
düzine adamın üzerine boşaltan o değilmiş gibi sakince ileriyi işaret etti.
”Hadi, kaçmaya başlasana.”
Ön kapının gürültüyle kırılması üzerine girdiğim trans halinden çıkıverdim. Hiçbir kaygı ifadesi gütmeyen vücut diliyle dönüp içeriye girenlere ateş etmeye başladığı sırada hayatım buna bağlıymış gibi personeller için ayrılan arka kapıdan çıkıp, koşmaya başladım.
Hiçbir zaman iyi bir koşucu olmamıştım. Vücudumdaki fazlalıklar bunu kanıtlar nitelikte
attığım her adımda yer çekimine karşı savaş veriyordu. Çok geçmeden ciğerlerim hava
ihtiyacıyla şişmeye, soluklarım kısa aralıklarla kesilmeye başladı.
Şimdi arkamdan çıkmış olsa bu karanlık, ıssız sokakta peşime düşüp kendi fotoğraflarının da
içinde olduğu makinemle beni yakalaması yalnızca birkaç dakikasını alırdı. Bu yüzden beni
medeniyete geri götürecek uzun yola doğru koşmak yerine virane binaların olduğu bir ara
sokağa saptım. Terk edilmiş gibi görünen eski, taş bir binanın içine girip karanlığın içine
sindim. Nefesimi buz gibi olmuş avuç içlerime bastırıp gölgelerin beni canavarın bulamayacağı kadar yutmuş olmasını diledim.
On dakika sonra soğuktan ve adrenalinden kasılan uzuvlarım sızlamaya başladı. Bir başka
on dakikanın ardından ise beni gerçekten bulamayabileceği ihtimaline inanmaya başladım.
Otuz uzun dakikanın ardından temkinli adımlarla saklandığım yerden çıkmaya karar verdim.
Fazlasıyla korku filmi izlemiş olmama rağmen telefonumu çıkarıp ses ya da ışık yaratacak
her türlü uyarıcıdan uzak durmamın sebebi yakalanma kaygım değildi. Barda beklediğim
sırada sıkılıp Candy Crush oynamaya başlayınca şarjımı tamamen bitirmiştim.
Ve on dört koca yıl sonunda başımı yakan yine şekerlemeler oldu.
"Kimse sana sürüden ayrılan kuzu ile kurdun masalını anlatmadı mı?"
Ses içinden çıktığım binanın hemen yanından geliyordu. Başımı korkuyla çevirdiğimde sesin
sahibi yaslandığı duvardan doğrulmak için tek bir hamle yapmadı. Sanki miskin öğle güneşinin altında şekerleme yapıyormuş gibi elleri ceplerinde lakayt bir tavırla dayandığı
duvardan yüzüme bakıyordu.
"Kurt avlanmak için çıktığı ormanın derinliklerinde, bir dere yatağının yanında başıboş dolaşan küçük bir kuzuyla karşılaşmış. Kurdun öncelikleri farklıymış; aşacağı tepeler,
avlayacağı düşmanları varmış. Ancak kuzunun pervasızlığına karşı koyamamış…”
Sesindeki alaycılık bile yüzündeki sarsılmaz ifadeyi yumuşatamıyordu ve sadist herif orada
durmuş masal saatindeki çocuklardan biriymiş gibi bana kurtla kuzunun masalını anlatıyordu. Yüzümdeki korku ile karışık inanamamazlık ifadesine aldırmadan keyifle masalına devam etti.
"Usul usul kuzuyu gözetmeye başlamış. Her ihtimali değerlendiriyormuş. Kuzuyu köşeye
kıstırıp öylece yakalamak istemiyormuş."
Neşesiz bir gülüşle dudakları gerilirken başı tıpkı
barda yaptığı gibi sağ omzuna doğru eğildi.
"Kuzuyu yemek için iyi bir sebebe ihtiyacı
varmış.”
Hah! İroniyi anladınız değil mi?
Bakışlarımı düşünüyormuş gibi etrafımda gezdirip küçükte olsa bir kaçış yolu aradım. Sabit
tutmaya çalıştığım sesimle "Ya kuzu kurdun arazisine izinsiz girdiği için özür dilerse ve bir
daha yapmayacağını söylerse?" demeyi başardım ona ayak uydurarak.
Oyununa katılmam hoşuna gitmiş olacak ki gecenin başından beri yüzünde ilk kez gerçek
bir duygu yakaladım: merak.
"Neden kuzu olduğunu sen de anlayabiliyor musun? Korku yeterli bir ceza değil.”
Boynumdan içeri sızıp göğsümün ardına dek işleyen dehşetin soğuk eliyle bu gece buradan
gitmeme izin vermeyeceğini anladım. Okumaktan zevk aldığım o romantik kitapların aksine bir şövalye tarafından kurtarılmayacaktım. Bu izbe sokakta cesedimi bile günlerce bulamayabilirlerdi.
Şimdi koşmaya başlasam beni birkaç saniye içerisinde yakalayacağını biliyordum o yüzden
hayatım boyunca aldığım en büyük riskle ona doğru bir adım attım.
Bakışlarındaki merak artarken attığım her adımı dikkatle izlemeye başladı. Boynumda asılı
olan fotoğraf makinemi kaldırıp bir adım daha yaklaşırken "Makinemi alabilirsin," dedim.
"İstersen çantamı da kontrol edebilirsin, yedek kartım yok. Her şeyi silerim. Barda olan her
şeyi unuturum. Zaten hafızam güçlü değildir.”
Çırpınışımı sessizce izliyor, uzansa tutabileceği bir mesafede olmama rağmen rahat
duruşunu bir milim bile oynatmıyordu.
"Bak," dedim aramızdaki son açıklığı da kapatıp kokusunu alacak kadar yakınına geldiğimde.
"Buraya bakarsan sen de sildiğimi görebilirsin.”
Yüzüme çevrili çelikten bakışları makineme çevrilmeden önce kısa bir anlığına dudaklarıma
kaydı. Ardından aradığım fırsatı yakalamanın getirdiği şiddetle makinemi yüzüne doğru
savurdum. Sanki bu anı bekliyormuş gibi eli pençe gibi bileğime yapışıp boştaki eliyle makinemi tuttuğu gibi yere fırlattı. Almak için aylarca yarı zamanlı işlerde çalıştığım güzel makinem gözlerimin önünde parçalarına ayrıldı. Kırık lensin parçası yaptığının nişanesi gibi ayaklarının dibine yuvarlandı. Nedense bu görüntü beni öldürecek olmasından bile daha çok canımı yaktı.
İçimde kor gibi yanan hiddetle yüzüne okkalı bir yumruk savurdum. Asla şiddet yanlısı biri
olmamıştım. Sebeplerini anlamaya çalıştığım olası senaryolarda bile daima barışçıl
ihtimallere yönelirdim. Bu yüzden bakir ellerimden çıkan vuruş adamın burnuyla
buluştuğunda elimden çıkmaması gereken bir ses yükseldi. Ardından bileğim kemiksiz gibi
uzanıp, sallanmaya başladı. Acıdan gözüm kör olmuş bir halde iki büklüm oldum.
Yarattığım kaos onun içinde beklenmedik olduğundan tutuşunu gevşetmek zorunda kaldı
ve beni silahıyla göz göze gelebileceğim bir pozisyona taşıdı. Takım elbisesinin kemer
hizasında acı içinde eğilmiş bir halde dururken sağlam elimle uzanıp belindeki silahını
kavradım ve bedenimi şiddetle geriye doğru savurdum.
Acıdan yaşaran gözlerimle yüzüne baktığımda kırmış olduğumu umduğum burnundan akan
kan gömleğini parlak bir kırmızıya boyuyordu.
Parlak gözlerindeki ışık yapamazsın der gibi gözlerimi delip geçti.
O tetiği çekemezsin.
O eşiği geçemezsin.
"Kuz-," diye söze başladığı anda tetiği çekiverdim.
Patlamanın şiddeti tüm vücudumu sarstı; kulaklarım kan basıncıyla uğuldamaya başladı.
Adrenalinin etkisi geçtikçe bileğimdeki korkunç acının ve kontrolsüz şekilde titreyen vücudumun daha çok ayrımına vardım. Geriye doğru attığım dengesiz adımım ani baş dönmemle sekteye uğradı. Odağını yitirmeye başlayan gözlerim son kez çırpınarak kurşunun girdiği bedeni aradı. Hedefim birkaç adım ötemde gömleğini kızıla boyayan kurşun yarasına katıksız bir neşeyle bakıyordu.
"Beni vurdun!"
Şiddetli baş dönmemle yere kapaklanmadan hemen önce "Milenyum çağına hoş geldin bok
herif," diyebildim zar zor. "Kuzular artık yemek olmak istemiyor.”
Bayılmamak ya da acıdan kusmaya başlamamak için direnmeye çalıştım. Adamı vurduktan
sonra bana ne isterse yapabilmesi için öylece bayılamazdım. Ama kulaklarımdaki çınlama ve
gözlerimdeki kararma gittikçe artmaya başladı.
Kısa bir anlığına gözlerimi kapattım. Bir süreliğine bayılmış olmalıyım çünkü açtığımda
yüzümün birkaç santim yukarısında merakla yüzümü inceleyen ifadesiyle karşılaştım. Sankiben dünya dışı bir varlıkmışım o da 51.Bölgede çalışan kaçık bir bilim adamıymış gibi pür dikkat yüzümü inceliyordu.
Ellerinin hareket ettiğini gördüğümde gelecek olan darbe için gözlerimi sımsıkı kapattım.
Muhtemelen cesedimi bile bulamayacaklardı. Gözümün önünden Netflix'te izlediğim cinayet
belgeselleri geçti. Her bir parçamı başka bir yere gömebilirdi. Hatta isterse derimden kendine bir yüz maskesi yapıp ayna karşısında dans bile edebilirdi.
Belime dolanan kolların farkındalığıyla gözlerimi açtığımda diğer eli dizlerimin arkasından
geçip bacaklarımı kavradı. Daha ne olduğunu anlayamadan güçlü kollar tarafından kavranıp
kucaklanarak yükseldim. Ağzının içinde acılı bir homurtu yükselirken "Gerçekten ağırmışsın,"
dediğini işittim.
İkinci bir baş dönmesi dalgası üzerime çöreklendi. “N-ne yapıyorsun?”
Odaklanmış bakışlarını ufuktan çekip ağırlığım altında ezilmiyormuş ya da az önce kurşun
yarası almamış gibi neşeyle gülümsedi.
"Milenyum çağı ile tanışıyorum."

🎶 Marilyn Manson - Killing Stranger





Yorumlar