IV- ‘Herkes içinde bir günah taşır.’
- Ozge Meral
- 28 Haz
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 4 Tem
Asla boyatmayı kabul etmediği gri saçları ve daima üzerinde ağırbaşlılıkla taşıdığı iç karartıcı
koyu kahverengi takımıyla felsefe profesörümüz elinde bir işaret fişeği gibi taşıdığı sınav
kağıtlarımızı göstererek sınıfın içinde bir tur attı. Ardından her birimizle göz teması kurmaya
özen göstererek bize elindekilerin ne olduğunu sordu.
Bir çoğumuz tıpkı sınavlarında olduğu gibi bunun bir tuzak soru olduğunun farkındaydı, yine de içimizden birisi öne çıkıp "Sınav kağıtlarımız," dedi.
Felsefe profesörümüz bu akıl dolu cevabı alaycı tavrıyla bertaraf etmek yerine sınav kağıtlarını masasının üzerine bırakıp ondan beklemediğimiz bir çeviklikle aynı masanın
üzerine zıplayarak oturdu. Şimdi yukarıya sıyrılan takımının altındaki kısa, siyah topukluları
tüm sınıfın gözleri önündeydi. "Kendini gerçekleştiren kehanet ile ilgili daha önce herhangi bir şey duyan herkes elini
kaldırsın."
Bakışlarımı etrafımda gezdirince birkaç elin tereddütle havaya kalktığını gördüm.
"Şimdi korktuğum, endişelendiğim, çekindiğim herhangi bir şey daha sonrasında başıma
geldi diyen herkes ellerini kaldırsın."
Bu defa sınıfın neredeyse tamamı gibi bende elimi havaya kaldırdım.
"Şimdi doğru anın ve doğru zamanın varlığına inanan, bazı insanların kendinden çok daha
şanslı olduğunu düşünen herkes ellerini yukarıda tutmaya devam etsin."
Kimse ellerini indirmeye başlamayınca sürü psikolojinin verdiği şevkle çenemi biraz daha
kaldırıp onlar gibi elimi yukarıda tutmaya devam ettim.
Bunun üzerine felsefe profesörümüz tatmin olmuş bir ifadeyle yanında duran kalın kağıt
destesini kavrayıp bir kez daha havaya kaldırdı.
"Bunlar sizin kendini gerçekleştiren kehanetleriniz. Her biriniz bir üst sınıflardan duyduğunuz göz korkutucu bilgilerle bu dersin ne kadar zor olabileceğine inanıp, bir ön yargı ile bu sınıfa geldiniz. Ben sizi zorladıkça siz yargılarınıza daha çok güvendiniz ve bu dersten
geçemeyeceğinize öyle çok inandınız ki tam da bunu kanıtlar nitelikte bir sınav sonucu
çıkardınız. Oysa sorduğum her soru aldığınız eğitimde cevabını kolaylıkla verebileceğiniz bir
seviyedeydi. Bu kağıtlar sizin ön yargılarınızın ve kayıp 36 saatinizin özeti.”
Şimdi anlayışla yumuşayan bakışları birer birer inen ellerimizin ve düşen yüzlerimizin çehresinde gezindi.
"Bir şeye inanmak, farkında olmadan o şeyin olmasını sağlayacak şekilde davranmanıza
neden olabilir. İşte tam da bu yüzden neye inanacağınızı iyi seçmelisiniz."
Üzerinden geçen koca bir seneye rağmen dersinden iki kez kaldığım felsefe profesörümü
sorgulanmak üzere sıkı sıkıya bağlandığım bir sandalyede kaderimi beklerken düşünmek
depresif olduğu kadar ironikti de. Zira çocukluk günlerimden bugüne dek hep lanetli olduğumu düşünerek büyümüştüm.
Hiçbir zaman yeterince iyi değildim. Kız kardeşimin aksine ne anneme ne babama
benziyordum. Onların aristokratik hatlarını almak yerine henüz küçük bir çocukken bile
dışlanmama sebep olacak ölçütte kilolu ve çirkindim. Ne güzel bir sesim vardı ne de anne ve
babamın gönderdiği onca kursa rağmen dişe dokunur bir yeteneğim. Kız kardeşim bir melek
gibi görünür ve tıpkı bir melek gibi dokunaklı keman çalarken ya da okulu atletizm takımında
temsil ederken ben odamda gizlice aldığım abur cuburları yer ve fantastik romanlar okurdum.
Büyüdükçe durum düzelmek yerine daha da kötüye gitmeye başladı; önce kız kardeşimden
ardından istemeden de olsa beni daima kız kardeşim ile kıyaslayan anne ve babamdan
uzaklaşmaya başladım. Bir noktada ise kendimi asla ait olmadığım o fotoğraf karesinden
tamamen çıkardım. Evden ve ailemin yaşadığı şehirden ayrılmam bunun en büyük
nedeniydi.
Ailemin beni sevmediğini ya da kötü bir çocukluk geçirdiğimi söyleyecek kadar ileriye
gitmeyeceğim. Yalnızca kendimi bildim bileli hissettiğim bir eksiklik ve aidiyetsizlik
duygusuyla yaşadığımdı. Bu da girdiğim her ortamda kendimi dışlamama ve olduğumdan
daha küçük görmeme, en nihayetindeyse kendini gerçekleştiren felakette olduğu gibi bir
lanetli olduğuma inanarak beni tam anlamıyla boka battığım bu noktaya sürüklemişti.
İlk fırsatta elinden kaçmayı planladığım ve kim olduğuyla zerre ilgilenmemeye karar verdiğim
adam neredeyse mobilyasız diyeceğim boş evin içinde beni tozlu bir sandalyeye oturtup
kollarım göğsüme yapışık bir şekilde sandalyeye bağlı bıraktığından beri birkaç saat geçmişti.
Evin derinliklerinde kaybolduğu yarım saatlik
zaman diliminde önce bağlı olduğum iplerden
kurtulmayı denemiş ardından avazım çıktığı kadar çığlık atıp boşluğa doğru küfürler savurmuştum. Evin içinde bulunduğu ıssız arazi düşünüldüğünde kuşlar ve yabani tavşanlar
dışında sesimi kimse duymamış olsa da çığlık atmak biraz rahatlamamı sağlamıştı.
Ardından geçen üç koca saat ile birlikte gün doğmuş ve en nihayetinde bileğimdeki sızıya
rağmen uyuyakalmıştım.
Ani bir sıcaklık ve ışık patlaması eşliğinde uyandım. Hala bir sandalyeye bağlı olduğumdan
başımı kaldırdığımda boynumdan rahatsız edici yükseklikte bir kütürtü yükseldi.
Muhtemelen akmış makyajım, kuruyup ağzımın içinde zımpara kağıdına dönen dilim ve
perişan halimle seyirlik bir manzara olmalıydım.
Üzerime doğrultulan parlak ışığın ardında içinde bulunduğum oda sıkı sıkı örtülmüş perdelerin ardında gölgelerle çevriliydi.
O gölgelerden tanıdık bir ses bıkkınlıkla "Hayatta kalman öyle imkansız ki bunca sene nasıl dayandın merak ediyorum,"dedi.
Nezaket kurallarını boş verip ağzımı kocaman açarak esnedim ve "Genelden evden dışarı
pek çıkmam," diye karşılık verdim.
"Eh, sen güzellik uykunu alırken bende biraz ödev yaptım."
Işık yüzünden hala hassas olan gözlerimi kısarak karanlığa doğru bakmaya devam ettim.
Ödev yaptığı için bir de alkış mı bekliyordu?
"Artık kirasını zorlukla ödediğin daireni; ev sahibinden gizlice eve aldığın kiracının
sözleşmede adının olmamasından da faydalanarak evdeki eşyaları da beraberinde götürerek seni nasıl dolandırdığını; sınırın diğer tarafında yaşayan aileni; kız kardeşinin iş yerini, evini; babanın her gün gazete almaya gittiği marketin yerini; annenin en iyi arkadaşını; okuduğun okulu; aradığını bulamadığın için iki kez değiştirdiğin bölümünü; notlarını -ki pek parlak olduklarını söyleyemeyeceğim-; arkadaşlarını; şimdiye dek çalıştığın her iş yerini ve sahibini öğrendim.
Tüm bunlar ne demek, biliyor musun? Attığın her adımı biliyorum, bu da atacağın bir sonraki
adımı da bileceğim anlamına geliyor. Ve eğer iyi bir kuzu olursan, belki sen de benim
adımlarımı yönlendirebilirsin."
Uyku sersemliğim sözlerinin ardındaki üstü kapalı tehditle tamamen ortadan kalktı. Sızlayan
kaslarıma aldırmadan dimdik hale gelen omurgamla olabildiğince tehditkar bir duruş
sergileyip "Siktir git!" dedim tükürürcesine.
Gölgelerin ardından bir cıkcıklama yükseldi.
"Şimdi ben sana bazı sorular soracağım; sen de bana bildiğin her şeyi anlatacaksın ve eğer
şanslıysan tuvalete gitmene bile izin verebilirim."
Mesanem sözlerini duymuş gibi kasıklarıma baskı uygulamaya başladı.
"Emran Akbal."
Bir bomba gibi ortaya bıraktığı isimin ardından tamamen sessizliğe büründü. Devam
etmesini bekler gibi başımı yana doğru yatırıp gölgelere doğru bakmayı sürdürdüm.
"Emran Akbal," dedi bir kez daha anlayamadığım bir baskıyla.
"Kimden bahsettiğini bilmem mi gerekiyor?"
Sesimdeki kafa karışıklığına aldırmadan "Emran Akbal; İran asıllı bir Türk. Para aklama,
evrakta sahtecilik, devlet sırlarını rüşvet karşılığında satma, suç örgütleri arasında iletişimi sağlama, ruhsatsız silah bulundurma ve ikinci dereceden cinayet gibi suçlarla kırmızı
bültenle aranan bir suçlu ve ne hikmettir ki sen bu suçlu ile aylarca çalışmış, 3 ay önce ise işi
bırakmışsın.”
Zihnimin fazla çalışan bir makine gibi ısındığını ve yakında garip sesler çıkararak kendini
imha edeceğini düşündüm. Aksi takdirde bu olanların başka bir mantıklı açıklaması
olamazdı.
“3 ay önce işten neden ayrıldın?"
Çatılı kaşlarımla boşluğa doğru konuştum. "Bir yanlışlık var. Beni biriyle karıştırıyor olmalısın. Ben bırak bir suçluyla çalışmayı yaya geçidi olmayan yerden karşıya bile geçmem! Tamam blogum yüzünden davetli olmadığım pek çok yere girip, bazı beyaz yalanlar söylemiş olabilirim ve bir keresinde de ot satıcısı olduğunu bilmeden biri ile randevuya çıkmıştım ama bana mesleğini söyler söylemez onunla iletişimi kestim."
“Eftalya!” Sesindeki keskinlik aramızdaki boşlukta görünmez izler bırakıyordu.“Oynadığın masum numarasının yeni yetmeler üzerinde bir etkisi olabilir ama ben de işe yaramıyor."
"Bak," dedim olabildiğince sakin tutmaya çalıştığım, en uzlaşmacı sesimle. "Bütün o bildiğini saydığın şeyleri nasıl araştırdıysan bunu da araştırabilirsin. Hiçbir suç örgütüyle ya da
doğrudan bir suçluyla bağım yok. Gizli bir banka hesabım yok. Birbirimizin sırlarını tuttuğumuz yakın bir arkadaş grubum bile yok! Tamam, parlak bir hayata sahip değilim ama o söylediğin adamla sandığın gibi bir bağım yok!"
Üzerimdeki parlak ışık bir klik sesiyle kapanıp bizi karanlığın içine hapsetti. Ardından hiç
beklemediğim bir anda arkamda bir sıcaklık hissettim. Bu kadar kısa zamanda hiç ses
çıkarmadan arkama geçmiş olması imkansız olmasına rağmen bedeninin yaydığı sıcaklığı
ikinci bir deri gibi tenimde hissedebiliyordum.
"Seni öldürmeye o kadar yaklaşmıştım ki,
" diye fısıldadı kısık, çirkin gerçekliğin altında
boğulan sesiyle. "Parmaklarımın ucunda duruyordun. Tek bir göz açımlık süre. Tek bir
yanılgı. Şans eseri fotoğraf makinene bakmasaydım muhtemelen şu an toprağın altında çürümeye başlamış olurdun, oysa buradasın çünkü bağının olduğunu inkar ettiğin adamın fotoğrafları makinendeydi.”
Nefesim titreyerek cılız bir ses çıkarırken bu defa sesi tam önümden yükseldi. "Hala bu oyunu oynamak istediğine emin misin?"
Adamın suçlamaları karşısındaki çaresizliğim; vücudumdaki acı, açlık ve dün geceden beri
yaşadıklarımla birleşince sahip olduğum en sinir bozucu yönümle, sinir harbi içinde ağlamaya başladım.
"Ben oyun falan oynamıyorum orospu çocuğu! 3 ay önce işten ayrıldım çünkü mutlu değildim. Çünkü hiçbir işte yeterince iyi değilim. Çünkü çok yalnızım. O kadar yalnızım ki sürekli birilerinin kapısını çalıp kendime bir yer edinmeye çalışıyorum. Çünkü bende bir sorun var. Ve bununla ne yapacağımı bilmiyorum."
Böylece yüksek sesle düşünmekten bile korktuğum her şeyi hiç tanımadığım ve muhtemelen birazdan beni öldürecek olan adama itiraf etmiş oldum. Belki de psikoloğuma verdiğim parayı bu adama vermeye başlamalıydım. Zira onlarca terapi seansının yapamadığını başarmıştı.
Ben hıçkıra hıçkıra ağlarken içinde bulunduğum odanın ışığı açıldı ve karşımda yüzünde benimle ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir ifadeyle duran müstakbel katilim belirdi.
"Ayrıca çok çirkinim ve kocamanım!”
Ve burada ölecektim. Hep ölmeden önce zayıfladığım, güzelleşip başarımla ailemi ve eski
çevremi etkilediğim gündüz hayallerine dalardım. Oysa şimdi tanımadığım kaba bir adamla tanımadığım bir evde konuşmak bile istemediğim gerçekler üzerine sorguya çekiliyordum. Bir kez olsun hayat neden benden yana olmuyordu?
İçli içli ağlarken "Beni şimdiye dek kaldırabilen tek kişi sensin ve sen de hemen ne kadar ağır
olduğumu yüzüme vurdun!" diye suçlamada bulundum.
Ben ıslak bir karmaşa halinde hıçkırır ve aksırırken müstakbel katilimin ifadesi daha da
bulandı. Vücuduna göre oldukça nazik görünen ellerini neredeyse sıfıra vurulmuş haldeki
kafasında gezdirdi. Ardından dizlerinin üzerine çöküp hala kontrolsüz bir şekilde ağlayan
yüzümle aynı hizaya geldi.
"Ağır olduğunu o anlamda söylemedim, yaralıydım. Beni vurmuştun hatırlarsan, bu yüzden biraz sinirli olmak hakkım."
Gecenin başından beri sesini hiç bu kadar güvensiz duymamış olmama rağmen içine
girdiğim ruh halinden bir türlü kopamıyordum.
"Tabi ki seni vurdum geri zekalı! Beni öldüreceğini düşünüyordum, başka ne yapmamı
bekliyordun? Üstelik bu dün geceydi ve üzerinden saatler geçti ve ben çok acıktım ama herkes vücuduma bakıp depodan yakabileceğimi düşünürken sesli bir şekilde acıktığımı dile getirmekten bile utanıyorum!"
Burnumun dibine bir peçete tutulduğunda ıslak bir jöle gibi titreyen bakışlarımı peçeteyi
tutan elin sahibine çevirip arsızca peçeteye doğru iki kez sümkürdüm.
"Şimdi biraz daha sakin olmana ihtiyacım var. Ben asla bir kadını görünüşü üzerinden vurmam, üstelik iştahlı kadınları da severim. Yani senin nasıl göründüğün konumuzun tamamen dışında. Eğer bana her şeyi anlatırsan seni çözerim, sen tuvaletteyken yiyecek bir şeyler hazırlarım ve sonra da şu eline bakarız. Kırık değil ama acıyor olmalı.”
Şayet dün geceden beri yaşananlar olmasa bu kocaman, korkutucu görünüşlü adamın sesindeki nezakete gerçekten inanabilirdim. Yine de ne anne ve babamın ne de kız
kardeşimin baş etmek şöyle dursun ciddiye alıp dinlemedikleri sinir krizlerimden biriyle baş
ediş şekli kalkanlarımı bir süreliğine indirmeme sebep oldu.
Başımı bir kez salladım. ”Tamam, sana her şeyi anlatacağım-“, dememle birlikte, pencerenin kırılması ve biraz önce durduğum yerin hemen arkasındaki duvara bir kurşunun saplanması bir oldu; cümlem yarıda kesildi. Şimdi, bağlı olduğum sandalyeyle devrilmiş şekilde zeminde uzanıyordum.
Beni kaçıran, bir sandalyeye bağlayan ve acımasızca sorgularken ağladığım için
tiksinmeden burnumu silen adamsa az önce beni vurulmaktan kurtarmamış gibi havadan
sudan bahseder bir tavırla "Bazı misafirlerimiz var, " diye duyurdu. "Sohbetimize sonra
devam edeceğiz."

🎶 Massive Attack - Black Milk





Yorumlar